Pazartesi, Ağustos 30, 2010

başlığını sen koy....

Yatağının üzerinde oturmuş öylecene bakıyordu bilgisayarın ekranına. Bi yandan müzik çalıyor ince ince, rüzgar estiğini bile fark ettirmeden aradabi “ben de varım” diyordu. Hava sıcak, günlerden pazartesi, iç çeke çeke düşünüyordu, öylecene, çeke çeke içini.
Doğduğu günü düşündü önce. Keşke annemin kokusunu hatırlayabilseydim o gün, diye geçirdi içinden. Nasıl bi kokuydu ki o ilk koku acaba, ya da ilk düştüğüm kucakta nasıl hissettim, keşke hatırlayabilseydim, dedi. Hissettiklerini unutmazdı çünkü. Mutluluklarını da hatırlardı acılarını da. Günleri, saatleri, tarihleri bazen unuturdu ama, geçmişinin ne hissettirdiğini asla unutmazdı. Bu yüzden hatırlayamadığı için üzülüyordu dünyaya geldiği ilk günü.
Hissettiklerini unutmadığı için hep içli içli iç çekerdi aradabi. Gülümserdi de, hüzünlenirdi de. İnsan gerçekten hissettiklerini unutmuyor diye düşünürdü hep.
Evet olaylar unutuluyor çoğu zaman, hatta hatta kişiler bile unutuluyor, tek bi isim olarak kalıyorlar mazide belki ama insan hissettiklerini unutmuyor. Mutluluklarını da unutmuyor, acılarını da unutmuyor. Bi tek onlar kalıyor insanın yüreğinde. Aklına geldikçe ya hüzünleniyor ya keyifleniyor.
O hissedilenler miydi ki acaba insanı hayata karşı bazen bu kadar nötr yapan ve bazen bu kadar duyarlı yapan. Ben insanları gözünden tanırım dedirten yaşadıklarımız ve yaşattıklarımızın hissettirdikleri mi acaba, bizde kalanlar mı bu dünyayı çok biliyormuşuz gibi davranmamıza sebep ama her defasında yine “bu son” diyip yolumuza devam ettiren.
Düşündü yine. İlkokula başladığı günü, liseye gideceği ilk sabahı, üniversite sınavının sonucunu aldığı günü ve havaya fırlattığı kepini.
İlk aşkını düşündü. Aşağıdaki katın köşe sınıfıydı. Merdivenlerden aşağı inerken sınıf tam karşıda dururdu ve hep ona bakardı. Bakardı ama bakamazdı. Göz göze gelmeye dayanamazdı, düşündü. Çok küçüktüm vay be, diyip gülümsedi. Hissettiklerini düşündü bi daha. Koca bi sene peşinde dolandığı ama bi kere bile konuşamadığını okuldan mezun ettiğinde, onun o okulda daha çok seneleri vardı, ondan sonraki her yılda, o katta o sınıfın kapısında hep tek birini gördü, hiç şaşmadan her sabah ve her akşam eve giderken, hep aynı gözleri hatırladı. Düşündü. Gülümsedi.
Gülümsedi.
Kendisini hüzünlendirecek hiçbir şeye izin vermeden, yıllar öncesinde takılı kaldı, öylecene gülümseyerek yatağa girdi. Yıllar öncesinin lisesinde, merdivenin en üst basamağında, aşağıdaki sınıfa bakarken hayal etti kendini. Düşündü yine hissettiklerini. Gülümsedi ve yatağa girdi öylecene.
O, öyle her şeye ve herkese kızmazdı. Boş şeylerle de pek uğraşmazdı. Sinirlenince başını sallar geçer, mutlu olduğunda da boynuna atlamayı bilecek kadar sevincini belli edebilirdi.
Öyle kolay kolay gitmezdi, pes etmezdi minicik şeylerde. Mücadele etmeyi öğrenmişti, kendi kendine öğretmişti. Uçurumu gördüğünde geri çekilmektense karşı tepeye atlayabilecek cesareti vermişti kendi kendine. O yüzden, kolay kolay gitmezdi. Çekilecek ne varsa yaşanacak ne varsa yaşar, alttan alınacak ne varsa alttan alır, son raddeye gelene kadar sabrederdi. Sabretmeyi öğrenmişti. Bazen kendine kızsa bile, sabretmek sanki göbek adı gibiydi. Bidaha yapmam dediğinde bile kendisini sabrın orta yerinde bulurdu hep. Her yaşadığını, her duyduğunu, attığı her adımı, gözlerinin gördüğü her şeyi, hissettiği en ufacık şeyleri bile iliklerine kazırdı. Sessiz sessiz derinden kazırdı hepsini benliğine. Nefes alıp verdiği her gün önemliydi onun için. Her gün, bir adımdı onun için.
Beklerdi, o yüzden öyle kolay kolay gitmezdi. Neler oluyor, neler dönüyor, ne yaşıyoruz hepsini ince ince tartar, hepsini ince ince süzer, her şeyi en ince detayına kadar cevaplandırmadan öyle kolay kolay gitmezdi. Beklemek acı verirdi, kendisini acı çektirirdi belki ama beklerdi. Beklerdi çünkü bişelerin ondan yana olduğuna inanırdı. Beklerdi çünkü boşa beklemediğini bilirdi. Bazı şeyleri öyle bi hissederdi ki, zaman biçerdi bazen hayatına ve hayatında olanlara. Biçtiği zamanların sonuna gelindiğinde sabrının son noktasında, bekleyişinin sonunda olduğunu fark eder. Ve çeker giderdi. O ana kadar hissettiklerini de unutmazdı. Sabrettiği günlerin, beklediklerinin ona neler hissettirdiğini ve çekip gitmek zorunda kalmanın ne demek olduğunu ve neler hissettirdiğini.. Unutmazdı.
Giderdi. Gidince de dönmezdi. Gidiyorsa bi sebebi vardı, sebep varsa gidiyordu. Öyle bir sebepti ki, ne sabrı ne beklemeyi ne açıklamayı ne cevabı gerektirmezdi. Gitmeye karar verdiyse açıklamaları dinlemeye gerek duymazdı. Sabrını umursamaz, beklediği günleri umursamaz, hatta ardındaki sesleri bile umursamaz, giderdi o. Gidiyorsa bi sebebi vardı çünkü. Sebep varsa giderdi çünkü.
Giderse geri dönmezdi, dönülecek olsaydı gitmezdi çünkü.
Giderken hissettiklerini de iliklerine kazır, öyle giderdi. Geride bıraktıklarından adım adım uzaklaşırken, her adım sesinde daha da işlerdi içine hissettikleri. Sabrettiklerini, beklediklerini, kendinden verdiklerini ve gitmek zorunda bırakan sebepleri, hepsini tek tek düşünür, tek tek hisseder, öyle yürürdü ileriye. Yürürdü ve dönüp arkasına bakmazdı.
Geride bıraktıkları sadece geçmişi, geçmişi sadece iç çekişiydi artık belki.
O yaşadığı her şeyi hatırlardı, yaşattıklarını da ayrıca. O yüzden, hayata karşı durduğu her köşe başında, yüreğindekileri de avucuna alarak beklerdi ertesi günlerin getireceklerini. Yüreğindekileri bi tarafa bırakamazdı, bırakmazdı, bırakmadan beklerdi.
Şimdi yine bi köşede durmuş ileriye bakıyordu duvara yaslanmış. Elinde yüreğindekileri, yüreğindekiler avucunda, her defasında daha da yeni tecrübelerle atarken yüreği, ileriye bakıyordu şimdi duvara yaslanmış.
Sessizdi artık. Bi tek hissettikleri konuşuyordu şimdi. Bi tek yüreği konuşuyordu şimdi,
Elinde, avuçlarının içinde.
Geriye bakmadan, geçmişi unutmadan, bi tek yüreği konuşuyordu şimdi. Bi tek yüreği susuyordu şimdi. O sadece izliyordu. İleriye bakıyordu duvara yaslanmış.
Bi tek o duyuyordu avucundan gelen sesleri, o sadece ileriye bakıyordu. Bekliyordu. Bekliyordu olacakları. Olacakları duymaya çalışıyordu avucundakilerin sesinden. Görmeye çalışıyordu. Hiç kıpırdamadan, kılını kıpırdatmadan, sadece bekliyordu,
Çünkü bu sefer öyle istiyordu….
Ben bir şey yapmadan bakalım neler olacak, görmek istiyordu.
Önce Avucundakilere baktı. Sonra Bir de ileriye…. Başladı beklemeye….

Cumartesi, Ağustos 28, 2010

Hikaye....

Kalemi eline aldı ve düşündü biraz. Önündeki deftere baktı, içi boş küçük bi kareyi doldurmadan önce, düşündü biraz..

Bu sandalyeye ne zaman gelmişti, gelmeden önce neredeydi ve ne haldeydi. Heyecanlı mıydı kıpır kıpır mıydı, neler olup bittiğinin farkında mıydı, ne yapıyordu böyle, hayatını tamamen değiştirmek için hazırlanıyordu.

Düşündü

Öncesini düşündü. Neler yapmışlardı birlikte. İlk defa nerede birbirlerine birbirlerini tanıtmışlardı. İlk tokalaşmaları, ilk göz göze gelmeleri, ilk oturdukları masa, ilk içtikleri kahve. Neler hissettiğini düşündü. Ne kadar heyecanla hazırlandığını düşündü, saçlarını nasıl da özenle taramıştı, hiçbir şey düşünmeden, hesap etmeden, öylesine, bir kalemde, ama nasıl da özenle nasıl da hevesle.
İlk göz göze gelişlerini hatırladı, bakmaktan nasıl utandığını, ama bakmak için çırpındığını ama yine de bi türlü bakamadığını, ve kızardığını..Yüzünü basan ateşleri, kollarına ellerine yayılan, bacaklarını titreten heyecanını. Hepsini tek tek hatırladı, tek bi saniyesini bile atlamadan, hepsini tek tek hatırladı.

Durup durup gülümseyişlerini hatırladı. Otobüsteyken gülerken kendisine bakan insanları nasıl da fark ettiğini, “deli sandılar beni” diye düşünüp tekrar gülümsediğini..

ilk gittikleri sinemayı düşündü. İzledikleri ilk filmi. İlk çıktıkları yemeği.. İlk sürprizi..
Birlikte yaptıkları onca ilk şeyi düşündü hepsini tek tek. Atlamadan tek bi saniyesini bile. Hepsini tek tek hatırladı.

İlk el ele tutuştukları günü düşündü.. Damarlarında akan kanın daha da hızlı aktığını bidaha hissetti. Heyecandan kolunun uyuştuğunu, sanki yokmuş gibi hissettiğini. Kalbim şimdi çıkacak yerinden, diye düşündüğünü hissetti. Tuttuğu elin ona neler yaşattığını ve yaşatabileceğini, ne kadar mutlu ettiğini ve edeceğini. Zaman dursun diye dualar ettiğini, zaman dursun ve elimi hiç bırakmasın diye dualar ettiğini.
Ellerinin “tek” olduğunu, birbirlerinin ellerinin içinde nasıl da kaybolduklarını nasıl da tek olduklarını nasıl da “biz” olduklarını, bütün olduklarını.
İlk tartışmalarını.. ilk kavgalarını.. ve ağlayışlarını.. ama her barışmada nasıl da ona sarıldığını, onun göğsüne başını nasıl yasladığını, göğsünde gözleri kapalı durmuşken saçlarına kondurulmuş buse’yi hatırladı. Yine mutlu oldu yine yine, yeniden.

Arkadaşlarıyla ilk tanıştırdığı günü, onunla hep gurur duyduğu dünü, ona bakarken gururlandığını ve umutlandığını hepsini tek tek hatırladı. Tek bi saniyesini bile atlamadan

Evlenme teklifini hatırladı. Nasıl şaşırdığını, ve yine nasıl heyecanlandığını, nasıl mutlu olduğunu, nasıl mutlu olduklarını, ağzından çıkan “evet”in sesini nasıl titrettiğini, hepsini tek tek hatırladı, tek bir saniyesini bile atlamadan, hepsini tek tek hatırladı.

Eşyalarını nasıl seçmişlerdi birlikte, evlerini nasıl da hazırlamışlardı özenle, hevesle. “evimizi bizim evimizi” diye söyleyerek almıştı her eşyasını, bizim eşyalarımız, bunlar bizim, bizim için, bizim evimiz için diyerek özenle seçmişti hepsini.

Her şeyi düşündü tek tek. Tek bi saniyesini bile atlamadan hepsini tek tek hatırladı.
Bu sabahı.. Güne nasıl uyandığını, hatta gece uyuyamadığını..
Saçlarını, makyajını yaptırışını, onun için hazırlanışını… Herşeyi düşündü her şeyi hatırladı tek bi saniyesini bile atlamadan.

Şimdi.. Elinde kalem, yanında sevdiği adam, karşısında gülerek ona bakan koca bi kalabalık, üzerinde bembeyaz bi gelinlik,

Şimdi elindeki kalemle hayatını değiştirmeye, hayatını hayatına adamaya adım atmak üzereydi.

Gülümsedi. Yanındaki adama baktı, tekrar gülümsedi.

Evet bi kere daha emindi.

O, hayatıydı..
O, aşkıydı..
O, canıydı..
O, en yakın arkadaşı,
O, tek sırdaşı,
O, en güzel zamanları
O, gençliği
O, geleceği
O sevdiğiydi.


Emindi..
Ona bir ömür adanırdı, o her şeye değerdi.
Gözlerinin içine baktı;
“ÖMRÜMSÜN SEN BENİM”
dedi.
İçi boş küçük kareyi doldurdu.

ALKIIIŞŞŞ… :)

hosgeldin URAS



Uzun zamandır merakla heyecanla umutla beklediğimiz, sonunda geldi. Hatta erken geldi biraz. “sen annenin karnında 9 ay nasıl durdun” diyebileceğimiz türden :)
Bu sabah o kadar güzel bi haberle uyandım ki gerçekten güzel uykumdan uyandırılmak beni sinirlendirebilse de haber o kadar güzeldi ki gülerek uyandım.
Arkadaşım, liseden beri bebek fotoğrafları biriktirir, o kadar anaçtır ki bize bile anne, abla gibi kol kanat gerer, bizi her şeyden korumaya çalışır, üzüldüğümüzde bizden daha çok üzülür, sevindiğimizde sevincimize ortak olur, çıkarsız, menfaatsiz severdi bizi, hala ki öyle. Evlenip uzaklara gitmiş bile olsa bu hep böyle. Bir telefon mesafesi kadar uzağız birbirimize diyerek evlendi gitti. Evlendirdik gelin yaptık onu, çok güzel bi gelin oldu, oynaya oynaya, güle güle evlendirdik onu. Her ne kadar bazı düğünlerde problemler de çıksa, biz onu yine gülerek evlendirdik.
Şimdi bebeğinin haberini aldık. Erken geldi ama geldi artık Uras’ımız. Canım arkadaşımın minicik oğluşu.
Şuanda yanında olamıyorum ama ne kadar mutlu olduğunu tahmin edebiliyor ve buradan paylaşıyorum mutluluğunu.
E ben de teyze oldum, bunun mutluluğu da ayrı tabi…
Dün işe gittiğimde “bugün öyle güzel bi gün olsun ki” diye başlayan bi yazı yazmıştım ama yoğunluktan yayınlama fırsatı bulamadım. Çünkü bugün dünden daha güzel olacakmış ve o cümleyi bugün kuracakmışım. Bugün öyle güzel bi gün ki, sürprizlerle dolu, harika, harika geçen bi gecenin ardından harika haberlere, sürprizli bi güne uyandım. Cumartesi günü planım o kadar güzel düzenlendi ki, eminin bu gün çok güzel bi gün olacak..
Güzel başladı bile…
İyiki doğdun bitanecik Uras’ımız…

URAS'IN RESMİNİ GÖSTERMEK İSTERDİM AMA HENÜZ BENDE DE YOK :)))

Salı, Ağustos 24, 2010

Bİ BÜTÜN....


Bir bütün olabilmek önemli ve zor bir kavramdır. Herkes kolay kolay bir bütün olamaz. İskender Pala’nın dediği gibi “bir kabukta iki badem” olabilmek, masalların, efsanelerin, şarkıların dediği gibi bir elmanın iki yarısı olabilmek, bi de şarkıda dinlediğimiz gibi “ikimiz bir fidanın güller açan dalıyız” olabilmek zor bir iştir. Zordur bütün olmak zor, cesaret ister, yürek ister, gönül koymak ister, hayat ister, ömür ister.

Ömrü olabilmeli biri diğerinin. Gözlerinin içine baktığında kendini görebilmeli, aynada kendine baktığında onu görebilmeli gözlerinde ve gülüşünde. Sebebi o olmalı güzelliklerin, olumsuzlukların içinde bile o olmalı o var olmalı o değiştirmeli hayatı.

Kayıtsız şartsız sevebilmeli biri diğerini. Öyle şartlara bağlı kalmadan, koşullar sunmadan, olduğu gibi, var olduğu gibi, gözünün gördüğü gibi, aldığı gibi kokusunu, tuttuğu gibi elini, konuşmasını ilk izlerkenki gibi.. öyle sevebilmeli biri diğerini, değiştirmeden, değiştirmeyi düşünmeden, tırnağının uzayışını bile sevebilmeli, saçının her telinden kokusunu alabilmeli ve durup dururken burnuna gelebilmeli kokusu, tek başınayken bile rüzgar kokusunu estirmeli, kokunu aldım diyip sesini duymak istemeli, sesini duymalı saniyelik bile olsa, duymalı ve kapatmalı, duymalı ve rahatlamalı, duymalı ve mutlu olmalı, mutlu olunmalı birlikte.

Vasıflarına bakmadan sevebilmeli önce, güzelliğine yakışıklılığına bakmadan, sebepler aramadan sevmeli. Sevdiği için yürümeli onunla, yürüyebilmeyi sevmeli, seve seve yürüyebilmeli, gözü kapalı güvenebilmeli. Bir uçurum kenarında gözlerini kapadığında bilmeli düşmeyeceğini, bilmeli onun elini tutabileceğini, bilmeli ona güvenebileceğini, gözlerini kapatıp kendini ona teslim edebilircesine güvenebilmeli güvenebilmeli.

Bütün kalabalıkların içinde sadece onu görebilmeli gözlerin, sadece onu seçmeli. Etrafındakilere aldırmadan konuşabilmelisin gözlerinle, anlatabilmelisin içinden geçenleri ve anlayabilmelisin onun yüreğinden gelenleri. Utanmadan sıkılmadan elini tutabilmeli hiç bırakmamacasına, kimseden çekinmeden sevmeli, elini sürmeli yüzüne, ellerine, saçlarına dokunmalı belli belirsiz, bi de bi tek onun kokusunu almalı. Bi tek onun…

Bazen kendinden bile kıskanmalısın onu. Kendi elinden kendi gözünden, kıyamamalısın gülüşüne, gülerken başını öne eğişine, gözlerini kısıp bakışına, gülümseyişine. Kıskanmalısın güzelliğini, en yakışıklısı o olmalı ve bakmaya bile korkabilmelisin zaman zaman. Bakmaya korkmalısın ve kendinden bile sakınmalısın, öyle korumalısın onu, öyle korumalı öyle sahiplenmeli, öyle benimsemelisin onu. ONU KENDİNDEN BİLMELİSİN, ONU "SEN" DİYE BİLMELİSİN, ONU KENDİNDEN DE ÇOK SEVMELİ, KENDİNDEN ÇOK ONU ÖNEMSEMELİSİN.

Ağladığında yanında ilk sen olmalısın, çağırmasını beklemeden, davet beklemeden, koşabilmelisin yanına, omzuna başını yaslamasına izin vermelisin, omzunu en güvenli yer bilmeli, en güvenli yer omzun olmalı, omzun onun yeri olmalı, onun ve sadece onun.

Onun en yakın arkadaşı olmalısın, en yakın dostu, tek sırdaşı, can yoldaşı, yol arkadaşı, canı, kanı hayatı, olmalısın. Ömrüm diyebilmeli sana, ÖMRÜ olabilmelisin, nefesim diyebilmeli sana, NEFESİ olmalısın. Nefesin olmalı senin. Yokluğunda tıkanmalı, hep ona muhtaç olmalısın. Öyle tutkun olmalısın, öyle tutuklu olmalısın, öyle tutkulu olmalısın, koşa koşa boynuna atlamalısın, doya doya sarılmalısın. Kokusunu içine çekmeli, kokusunu kendi kokun yapmalısın.

İçinden gele gele AŞKIM demelisin, demekten çekinmemelisin, diyeceklerini gizlememeli, gizlediklerini bile gözlerinle söylemelisin. Hissetmeli sevildiğini, hissettirmelisin sevdiğini, ellerini tutmak için sabırsızlanmalısın, beklemeler zor gelmeli, saniyeliğine elini tutmak için her anı değerlendirmelisin. Öyle aşık olmalısın öyle..


Yazacakların hiç bitmemeli ona dair, yazacak bir şeylerin hep olmalı ama ona yazabilecek en güzel şeyi hala bulamamış olmalısın.

Demem o ki; Bir bütün olabilmek önemli ve zor bir kavramdır. Herkes kolay kolay bir bütün olamaz. İskender Pala’nın dediği gibi “bir kabukta iki badem” olabilmek, masalların, efsanelerin, şarkıların dediği gibi bir elmanın iki yarısı olabilmek, bi de şarkıda dinlediğimiz gibi “ikimiz bir fidanın güller açan dalıyız” olabilmek zor bir iştir.

Zordur bütün olmak zor, cesaret ister, yürek ister, gönül koymak ister, hayat ister, ömür ister.
Birlikte nefes almaktır bütün olmak. Birlikte nefes alıp vermektir.
Zordur bütün olmak zor çünkü,
varlığıyla nefes almayı, yokluğunda nefessiz kalmayı kabullenebilmektir.

…Yaşamm Pınarımm…

BAŞLANGIÇ...SON...BAŞLANGIÇ...


İnsanlar ilerledikçe konuştukları konular, hayattan bekledikleri ne kadar çok değişiyor, tekrar anladım.
Birlikte büyüyen insanlar, yürümeyi birlikte öğrenenler, ilk arkadaşları birbirleri olanlar ve dünyaya birlikte adım atanlar, birbirlerinin çocuklukları, ergenlikleri ve gençlikleri olan insanlar… ne kadar çok şeyi paylaşıyorlar ve paylaşmayı hayal ediyorlar.
Küçükken konuşulanlar beklenenler ne kadar farklıydı. Okula başlayacağını ilk zamanların heyecanları. Ergenlik döneminin acı sancıları. Her günün getirdikleri yaşattıkları… Ve bi de üstüne bunlar birlikte yaşanıyorsa ne kadar farklı, anlamlı.
Ne kadar farklı şeylere heyecanlanıyor insan zaman geçtikçe. Heyecanlanacak bekleyecek şeyleri hiç bitmiyor nefes alıp verdikçe. Bir şeyler biterken hep bir şeyler başlıyor. Bazı şeylerin başlangıcı bazı şeylerin sonuna bağlıyken çoğu zaman sonlar hep başlangıçlara gebe oluyor ve çoğu zaman en büyük değişiklikler hiç beklemediğimiz anda oluyor. En keyifli anımızda ortaya çıkan beklenmedik problemler hayatımızı nasıl değiştiriyorsa, en kötü ruh hali içindeyken de hayatımız bir parmak şıklatmasıyla değişiveriyor. Her şey toz pembeye bürünebiliyor. Etraf günlük güneşlik, cıvıl cıvıl olabiliyor. Hayat daha farklı olabiliyor, hayata bakan gözlerimiz daha farklı gülebiliyor. Ve daha daha nice değişiklik oluyor ve dahaları olmak için gününü bekliyor.
Ramazan ve bayramların tadı kalabalık daha güzel oluyor, demişti Arı Maya’m, ve evet onaylıyorum ben de gerçekten öyle oluyor. Bu akşam yine gelenekselleşmiş iftar yemeklerimizden bir tanesini gerçekleştirdik. Geleneksel iftar yemeğimiz ve ardından gelen gelenekselleşmiş 5’li sohbetlerimiz. Geçen seneki ramazanı düşünüyorum da, şimdikinden çok farklı şeyler de konuşmuştuk, gülmüştük, heyecanlanmıştık. Bu gece ise, noktayı vurduğumuz öyle bir konu vardı ki,5’imizden üçümüzü pır pır ederken geriye kalan 2’yi de endişe,heyecan,korku, inanamazlık gibi bir çok şeye bürüdü.
Şimdi merak ediyorum, bidahaki ramazanda yine aynı yerde olabilecek miyiz ve bu sefer neleri konuşup neleri hayal edebileceğiz. Diyorum ya, hayat işte ne zaman ne olacağı belli olmuyor, başlangıçlar ve sonlar birbiriyle karışıyor.
Düşündüm şimdi, bu akşam konuştuklarımız gerçekleştiğinde, gerçekten bazı şeylerin sonu bazı şeylerin ise başlangıcı olacak.
İsteğim şudur ki, bu gece umutlandığımız, heyecanlandığımız, güldüğümüz, eğlendiğimiz, tat alabildiğimiz kadar tatlı ve güzel olsun her başlangıcımız ve her sonumuz. SON dediğimiz her şey güzel başlangıçlara gebe olsun, her başlangıç hayatımıza ışık gibi doğsun..
Zaman gelsiiiiiiiiin geçsiiiiiiiiiiin, farklılaşsın hayat, değişsin hayat, artsın çoğalsın, daha da güzelleşsin hayat…

...Yaşamm Pınarımm...

Pazartesi, Ağustos 23, 2010

Kaçıp Giden Bitanecik Uykum :(

Uzun zaman üstüne ilk defa erken yatmışım, hem de yatağıma. Tıpış tıpış kendi ayaklarımla kendi özgür irademle resmen uyumayı kabul etmiş ve kayıtsız şartsız teslim olmuştum sevgili uykuma.
Uzun zamandır kendisi benim hayatıma pek uğramazdı ki bu gece diğer gecelerden oldukça farklı oldu. Öyle bir uyudum ki, çıt sesinde uyanan ben, resmen yattığım gibi uyandığımı fark ettim, yani sağa sola dönmeye bile halim yokmuş,
onu demeye çalışıyorum. :)

Şimdiiiii, uykuya düşkün olanlar bilirler, o yumuşacık yatak, gömüldüğümüz yastık bizi kendine öyle bi çeker ki etrafımızda ne var ne yok umrumuzda olmaz. Uykusuzluğa dayanamama sendromu ayrı bişeydir, o yüzden o dayanılmaz uykuya teslim olduktan sonra, “hadi hadi hadi hadi hadi” nidalarıyla uyandırılmak ne kadar sinir bozucu, kaba tabirle ne kadar uyuz bi durumdur; düşünmeye davet ediyorum sizi :)

Öyle bir uykudur ki, gündüz oruçlu olacağınızı bile umursamadan, aç kalsam da olur susuz kalsam da olur ama şimdi gözlerimi açmam imkansız, her şey bi yana uykum bi yana, dersiniz ya,
işte öyle bir durum.

Aaaaaaaah ah
Uzun zaman üstüne ilk defa erken yatmışım, hem de yatağıma. Tıpış tıpış kendi ayaklarımla kendi özgür irademle resmen uyumayı kabul etmiş ve kayıtsız şartsız teslim olmuştum sevgili uykuma.
Ama şimdi salondayım. Ve uykum kaçtı yine, adresini bilmediğim bi yerlere.
Şimdi bekleme vakti, belki sabaha karşı geri gelir diye :)

Bütün gece deliksiz uyuyanlara selam olsun... :)))

...Yaşamm Pınarımm...

...günlük gibi... :)

Ciddi anlamda çok yoğun geçen bir iş gününün ardından eski dostlarla çıkılan iftar yemeği… Günün sonunda eve gelip o sıkıcı kıyafetlerden kurtulup en rahat ev kıyafetlerini giyip, koca bi fincan yeşil çayı masama alıp, yazı yazmaya başlamak.. Tanrımmmm (D, Tanrımmmm, diyişimi çok seviyoo) işte huzura eriyorum.

Pazartesi günlerinin kendine has iğrenç bir sendromu olduğunu biliyor ve bile bile yaşıyoruz bunu her hafta başı, Biliyoruz, ama yine de her defasında içine alıyor bizi o sendrom. Bi kere, sabah uyanmakta zorlanıyoruz ki bu sabah yine saatim çalmadan, servise geç kaldığımı sanan ebeveynlerim tarafından uyandırıldım; “kalk kızım kalk kalk saat 7 buçuk servis kaçacak”. Bu cümleye ne kadar da alışkınım. Duyar duymaz uyumaya devam ediyorum.

Anaokulunda çalışmak zevkli bir iştir. Bütün gün çocuklarla ilgilenirsiniz onlarla oyunlar oynarsınız, çocuk dünyasına dalarsınız. İlk duyduğumuzda kolay bir iş gibi gelse de aslında dünyanın en zor işlerinden birisidir, çünkü söz konusu olan bir çocuktur, bir umuttur, bir hayat, bir nefes, hayata hazırladığımız bir kişiliktir. Onun için attığınız adımdan tutun da aldığınız nefesin sesini bile ayarlamanız gerekir. Sınıfları öyle bi düzenlemelisiniz ki her çocuğa uygun olsun ve hiçbirşekilde ruhlarını yormasın. İşte o hazırlıklardan bi tanesini yaptık bugün okulumuzda. Camlara çizilen ve renklendirilen kelebekler. Ramazanın da etkisiyle daha da fazla yorulduk tabiî ki ama ortaya çıkan sonuç gerçekten iyiydi. Yaptığım hileyi saymazsak tabi… (kelebeklerin kanatlarını, kanatları üzerindeki puantiyelerini, gövdelerini sarı-kırmızı boyamak, benim boyadığım kelebekler hemen kendini belli ediyor kısaca)

Biz öyle bir yerde büyüdük ki apartmanımız çıkmaz sokakta, yani sokağın hakimi bizler, her köşe başında bir anımız olacak şekilde, kışları kardan adam yaptığımız köşe başı, yazları oturup çekirdek yediğimiz duvar yanı, her yerde ayrı ayrı hatıralarımız var. Eminim ki sokağa her girişimizde hepimiz aynı şeyleri düşünüyor ve eski günlerimizi hatırlıyoruz. Ne zaman ki sokağımızda oynayan yeni küçükler görsek, “bizim zamanımızda daha farklıydı” diyoruz. Büyüğümüzden küçüğümüze kadar hepimiz sanki aynı zaman içinde yaşıt olurduk, aramızda yaş farkı olsa bile aynı duvar üzerinde oturur, aynı paketten çekirdek yer, aynı muhabbetleri eder ve aynı şeylere gülerdik. Böyle bi ortaklığımız vardı işte. Şimdi düşünüyorum da ne kadar da büyümüşüz o günlere bakınca. Ayrı yerlere dağılmışız, ayrı şeylerle uğraşıyor ayrı hayallere dalıyoruz, önceden kurduğumuz tek hayalin zamanı gelip dışarı çıkıp birlikte olmak olduğunu düşününce, böylesi garip.

Evlenenlerimiz var şimdi ve evlilik yolunda olanlarımız. Şaşkınlıkla hayretle bekliyoruz düğünlerini. Küçükken birlikte top kovaladığımız insanların düğünlerine gitmeyi. Onların mutluluklarını paylaşabilmeyi, yine biz gibi, yine çocuk gibi, yine çocuk yüreğiyle, yine temiz niyetiyle, bekliyoruz.

Şimdi düşündüm de, yollar ayrılmış olsa bile yine bi yerlerde ortak bi gönül paydamız varmış ki şuanda bunları yazabiliyorum. Gülümseyebiliyorum kim bilir belki de gülümsetebiliyorum.

Hayal ediyorum şimdi,
Günü gelmiş, ben bir gelin, etrafımda çocukluğum, çocukluklarım, arkadaşlarım, ve
Elim elinde hayatımın, yarınlarımın, umutlarımın
Yine biz gibi yine çocuk gibi, yine çocuk yüreğiyle, yine temiz niyetle..

...Yaşamm Pınarımm...

Cumartesi, Ağustos 21, 2010

ABLASININ SIPASI :)



Çok küçüklüğünden hatırladığım şey, sabah olduğunda sessiz sessiz karyolasında yüz üstü yattığı ve öylecene beklediğiydi. Karyolası yatak odasındaydı haliyle, annemin yanında. Bense odamdan çıkıp her sabah odaya gelir, karyolanın yanına giderdim. O da beni beklerdi. Ben yanına gittiğimde gülümser, minicik ellerini karyolanın parmaklıklarına doğru uzatır ve ben de parmaklarına dokunurdum. Bu bizim ikimize özel “günaydın”ımızdı. O yüzdendir ki, hala uyuduğunda yanına gider, parmaklarına dokunur ve kokusunu içime çeke çeke öperim onu. Yine sesini çıkarmaz. Sessiz sessiz sevilmenin tadını çıkarır.

Keşke biraz daha büyük olsaydım onu daha iyi yaşamak için derim hep. Ama hatırladığım bi kaç net kare var kafamda. Doğduğu ilk gün, ne olduğunu anlamamıştım, hastanenin merdivenlerinde öylece oturmuştum, herkes telaş ile mutluluk arası bi duyguyla dolanıyordu hastanede. Ben merdivenlerde otururken babam gelmişti yanıma. Elime sıkıştırdığı bi çikolata.
Eve birlikte geldiğimiz ilk günü hatırlamıyorum ama daha fazlasını hatırlıyorum. Koltukta oyun oynayışımız, benden başka kimsenin ayağında uyumak istememesi (bu arada o bebekken ben onu ayağımda sallamaya çalıştığımda bacak boyum kadardı kendisi) sabahları sessiz sessiz gelişimi beklemesi, dışarıya her çıktığımızda oyuncak araba istemesi ve alınıncaya kadar ağlaması, evden karnı tok çıksa bile hep “acıktım ben” diyip hamburgerciye gitmek istemesi ve arabada giderken arka tarafta hep öndeki iki koltuk arasında ayakta durması… Daha fazlası da var elbette ama onlar bende saklı..

İyiki doğmuş iyiki. Dünyamın en güzel kokusu o. Bebekler ilk doğduklarında kendilerine has bi kokuyla doğarlar. Koklarsınız koklarsınız ama doyamazsınız o kokuya, hiçbir parfüm öyle kokmaz çünkü o “bebek” kokusudur. Aslında o koku “cennet” kokusudur. O kadar günahsız o kadar saftır ki bi bebek, melektir ki, cennetin kokusuyla gönderir Allah onları dünyaya.. O yüzden cennet kokulum o benim.
Şimdi büyümüş de olsa hala benim için minicik, hala sevilesi öpülesi… birlikte büyüdük büyüttük birbirimizi. Onun dizlerinde ağladım, o ağladığında onunla birlikte yandım ve gülerek yaptığımız o kadar çok şeyimiz var ki. Büyürken biz neler neler yaşadık ikimiz, konuşmasak bile bakarak birbirimize yaşadığımız çok şey var.
İyiki doğmuş iyiki. Hayatım boyunca başıma gelen en güzel olay diye sorsalar hep “Kardeşimin doğumu” diyorum. Bu evin içinde hep onunla bi bütünüz biz. Canım benim o, ilk göz ağrım, bitaneciğim, biriciğim.

Bebek bir mucizedir. Anne karnına düşüşü, büyüyüşü, içerde hareket edişi ve dışarıdan o hareketleri gösterişi. Dünyaya gelişi ve uyurken gülümseyişi, kokusu, ağzı burnu. Mucizedir bebek. Hiçbir sebebe ihtiyaç duymadan, sadece ona bakarak gülümseten tek şeydir. Bir bebeğe bakmak bir mucizeye bakmaktır. Bir bebeğe dokunmak bir mucizeye dokunmak bir bebeği koklamak Cennet’i koklamaktır.

İlk mucizemi kollarıma aldığımda daha 4 yaşındaydım. Şimdi aradan 21 yıl geçti. O benim hala mucizem.
Günü gelir de bir gün kollarıma ikinci mucizemi de alabilirsem ve eğer onu adım adım yaşayabilirsem, bir tarafıma ilkimi, diğer tarafıma da yine benim ilkimi kendi bebeğimi alıp ikisini koklayacağım, Allah’ın bana verdiklerine sarılarak şükredercesine, cennete düşmüşçesine…
Keyifle….

İyiki doğdun Canım Kardeşim….


Karyola..Sabah..Bizim Günaydınımız... :)

NOT: Resim kalitesinin çok düşük olduğunun farkındayım ama sabaha karşı bi saatte tarayıcı çalıştıramadım üzgünüm.. ;)

Cuma, Ağustos 20, 2010

...MASA...


Ne kadar yaralı olduğunu fark etti aslında masadan kalktığında ve, hala yaralandığının farkına vardığında. Ağzından çıkan her kelimede, bişeler batıyordu iliklerine. Sanki her yerine incecik cam parçaları saplanmış, can yarıklarına dönüşmüştü. Her kelime cümleleri oluşturdukça, her cümle daha derin yaralarla geliyordu üzerine üzerine. Engellemek mümkün değildi çoğu zaman. Bazı şeylerin yeri gelince konuşulurdu, dillenirdi ama her defasında bu kadar yara alacağını tahmin edemezdi.

Zaman her şeyin ilacı diye boşuna dememişler, derler ya. Öyle olduğuna inanmak istemişti o da, ve inanıyordu da yılmadan. Zaman ilerledikçe durgunlaşıyordu farkındaydı, sanki biraz daha dibe gidiyor gibiydi ama sanki daha iyiymiş gibi görünüyordu dışarıdan. Sanki daha çok gülüyordu sanki daha çok konuşuyordu, daha önce yapmadığı bir çok şeyi daha çok yapıyordu sanki ama öyle bir an gelmeye görsün, canı yarıldıkça yarılıyor; her yarığı yandıkça yanıyor kavurdukça kavuruyordu beynini.
Başının ağrıdığını hissetti. Tanrım ne çok şey bekliyorum insanlardan dedi kendi kendine, ya da kendi düşündüklerimi bekliyorum, dedi. Herkesin herkesle aynı düşünmesi imkansızdı evet, kabul ediyordu ama, ince düşünmek bu kadar mı zordu diye de merak etmiyor değildi. Ya kendisinin değersiz ve önemsiz olduğunu düşünüyordu ya da şanssız olduğunu. Yani her iki kapıda da hatayı kendinde arıyordu. Hayal etmekten hiç vazgeçmemişti. Umutlarımızın bitmediği yerde her zaman hayat vardır diye söylüyordu ya her defasında, o yüzden hayal etmekten umut etmekten hiç vazgeçmemişti ama hayattan beklediklerini alamadığında boş ellerine bakmaktan çok yorulmuştu artık. Yeri geliyor, elini eteğini her şeyden çekmeyi düşünüyor, herkesi hayatından çıkarmayı sadece belli başlı insanları tutmayı, hedeflerini küçültmeyi, hayallerini daraltmayı ve artık insanlara güvenmekten tamamen vazgeçmeyi istiyordu. İstiyordu ama yapamıyordu.
Beyninin bi yerlerinde hep “değer görme”yi az da olsa hak ettiğini düşünüyordu. O yüzden beklemek istiyor, vazgeçmek istemiyor, devam etmek istiyordu. Hayal etmek istiyor umutlarını canlı tutabilmek ve hayatını devam ettirmek istiyordu. Çok şey değil, istediği bi parça huzur, güvenebilmenin verdiği huzuru yaşamaktı.

Ne kadar yaralı olduğunu fark etti aslında masadan kalktığında ve, hala yaralandığının farkına vardığında. Şimdi evinin kapısının önündeydi, elinde anahtarları, yıkılmışlıkları üzerine saçılmış ve daha bi kaç saat öncekileri de üzerine sıçramış,
yine de umutları omzunda,
Ve yüreği avuçlarında,
Ama hala paramparça…

...Yaşamm Pınarımm...

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

Liste.. :)


En sevdiğim aylardır bahar ayları.. sonbahar ilkbahar fark etmez yılın en güzel ayları hep bahar aylarıdır. Ne sıcaktır ne soğuktur. Çok üşümezsiniz de çok terlemezsiniz de, gerçi ne kadar küresel ısınmanın etkisiyle mevsimleri birbirine karışmış halde yaşasak da olsun, benim tanıdığım bildiğim hatırladığım ve yaşamaktan hoşlandığım gibidir bahar ayları ve küresel ısınmaya bile meydan okurcasına, seviyorum baharlarııııııııııı..
Ağustos ayını söylediğim gibi rutinlerimin dışında bi dengesizlik içinde yaşarken, ramazanı geçirmeye çalıştığım tatilin büyüsünden kurtulup işe adapte olmaya gayret gösterdiğim ve bilindiği üzre yemek ve uyku düzenimin alt üst olduğu zamanlardayım.

- Ondördüncü Kural:
Hakk' ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol.
Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın.
"Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme.
Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?
Şems-i Tebrizi


Eylül’ü heyecanla bekliyorum. Hem sevdiğim aylardan biri olduğundan hem de hayatımın bi şekilde değişecek olduğuna inandığımdan. Bu inancımı da daha da kuvvetlendirmek için boş durmuyorum tabiî ki, eylül ayına hazırlanıyorum :)
Ramazan ayının bitmesiyle birlikte yoğunlaşacak iş tempomuzu heyecanla mı bekliyoruz ürkerek mi bekliyoruz nasıl bekliyoruz bilemiyorum ama bi şekilde bekliyoruz. Bunun için iş yerimdeki odamın düzenlemelerini yapmak için yeni fikirler üretmeye çalışıyorum. Madem yeni bir iş dönemi o zaman odanın şeklini değiştirmek gerek diyerek çalışma masam, dolabım gibi temel eşyaların yerini değiştirmekle başladım işe. İlk başta insana garip gelebiliyor alışılmış düzenden çıkmak ama olsun, alıştım güzel oldu. Duvarlarım henüz boş, asılacak panoların tasarımlarını üzerine asılacakları henüz toparlamadım ama düşünmüyorum değil. Odamın as’ları için ise miniklerime ihtiyacım var. Gelip okulumuzda seslerini duymalıyız, koşarken, resim yaparken, oyun oynarken onları resimleyebilmeliyiz ki (fotoğraf çekmeye de aşık biri olduğuma göre) duvarlarımı daha da güzelleştirebileyim.

Oda deyince değişecek tek yer iş yerimdeki odam mı hayır tabiî ki evimdeki odamla ilgili de yapacaklarım var. Duvarımda duran iki koca panonun üzerini değiştirmekle başlayacak iş, ve karşı duvarıma güzel bir resim gerek.. Venedik resmi olabilir mesela, madem ki en büyük hayalim bi gün Venedik’te olmak ise, kocaman bir resmini asıp hayalime doğru gitmek gerek. Odamla ilgili fikirlere hep açığım özellikle de DİCLEKIYISINDAMASALKENTİM’den..

Büyük sıkıntısını çektiğim sevgili uykum ve nerelere kaybolduğunu bilemediğim bitanecik yemek düzenim.. Ramazan bitecek ve bunların hepsi düzene girecek İNANIYORUM. Bunu bir de sporla destekleyince benim tabirimle “ohhh misss” olacak. Düzenli uyuyarak eski yeme düzenime kavuşarak ve tabiî ki spor sahalarıma yeniden geri dönerek ramazanın bana bırakacağı şişkinlik yerini eski halime bırakacak ehheeheh.. Ve tabiî ki bu nedemek, Gardrop yenilemesi demek. E hayatımın en zevklilerinden bi tanesi.

Ve tabiî ki bahar etkinliklerimiiiizzz… Madem ramazan bitecek o zaman kahvaltılara gitmeye başlayabiliriz. Havalar iyice bozmadan, şöyle keyifle gidilecek tiyatrolar.. Bir tanesi yolda bekliyor mesela, Bir Yaz Gecesi Rüyası. Ve daha planını yapamadığımız bir sürü şey Diclemle,Gizemimle,Arı Maya’mla ve daha fazlasıylaaa…


E o zaman Hadi bakalım, Eylül gelsin.. :)
Tempo Tempo Hadi :)


...Yaşamm Pınarım...

Salı, Ağustos 17, 2010

uykusuz her gece.. Arı Maya'm :)


Evet aslında şuanda ayakta olmak yerine yatağımda uyuyor olmam lazımdı, hayatımdaki birisi bunu benden istedi, biliyorum ve buradan yine ÖZÜR DİLİYORUM, AMA üzgünüm Arı Maya’mm, uykum yok… Ama söz, eylül ayında her şey değişecek… Değişime sen de şaşıracaksın.

Ramazan ayı, son 130 yılın en sıcakları, pek yoğun olmayan iş hayatı ile birlikte oldukça dengesizleşen yemek ve uyku düzenimin içinde gidip geliyorum bu sıralar. Normal mi, değil biliyorum ama hayatım oldukça dengesiz ben nasıl normal olabilirim ki…

Yine de hayatımda değişik yaşantılara sahne olduğu için bu dengesizliği de seviyorum. Belki kimilerine göre “Pollyanacılık” gibi gelebilir ama ben seviyorum bu dengesiz temposuzluğumu.

Harika geçen bir tatilin ardından yedi tepelime geri dönüp hayatımın gerçekten 180 derece kıvamında değiştiğini sanki karşıdan bakarmış gibi izlemek hoşuma gidiyor. Baş rol oyuncusu olup belli bi rutin içine girmiş gibi yaşamak ama aslında kendi rutinlerimin dışında dolaşmak hoşuma gidiyor.
Garip, ama öyle.

Şimdi annem de sağ tarafımdan bana söyleniyor. Parmaklarımın pc’ye dokunarak çıkardığı sesten rahatsız olmuş, o da yatmam gerektiğini söylüyor.
Şu sıralar yaptığım garip bir şey de şu.. oturduğum yerden kalkıp yatağıma gittiğimde kütüphanenin önünde durmak ve hangi kitabı okumak istediğime karar vermeye çalışmak ama bunu hiç başaramamak.. “Evet yarın gidip kitap alıyorum” diye kendime söz vermek, alacağım kitabı da belirlemek, ama ertesi gün iş çıkışı sıcakta daha fazla yürümek yerine tıpış tıpış evime gitmek.

Önceden olsa böyle mi yapardım? Yapmazdım.. Ama bekliyorum.. Eylül’ü bekliyorum..
Hadi bakalım iyi geceler kendime, anneme bi de şimdi uyuyan Arı Maya’ma…

...Yaşamm Pınarımm...

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

öyle bir şey yazsın ki elleri....


Öyle bir şey yazsın ki elleri, öyle şeyler döksün ki gözler önüne; içindekilerin hepsinden kurtulsun, hepsi bitmişken yok olup tamamen külleri bile kalmadan uçuşuversin gökyüzüne. Alsın mavilik en karalıkları, geriye sadece huzuru kalsın başka bir şeyi değil.
Öyle bir şey yazsın ki elleri, her fırtınanın sesini gölgede bıraksın. O kadar gür çıksın sesi kelimelerin, o kadar büyük olsun dalgaları.. Öyle bir şey yazsın ki o elleri öyle bir şey yazsın ki yüreğinin bütün fırtınaları dışarıya fışkırsın, sanki volkandan fışkırır diye yaksın yıksın ortalığı. Yaksın kavursun kavurdukça yansın yandıkça kavrulsun kavruldukça dursun dursun dursun, öyle bir şey yazsın ki elleri, sönsün sönsün, dumanı tütsün tütsün. Kokusunu bıraksın yanık yanık, genzini yaksın öksürtsün öksürtsün, boğulurcasına, gözlerinden yaş akarcasına, sanki ölüyormuşçasına.. Öyle bir şey yazsın ki elleri, daha da çok acıtsın okudukça, unuttursun içindekileri hare hare oldukça, öyle bir acıtsın ki yazdıkları ellerinin, gözlerinin içinde de alevler yaktırsın, gözyaşlarıyla boğdursun.. Öyle bir şey yazsın ki elleri, kafasını yerlere vura vura, saçlarını yola yola, öyle bir şey yazsın ki kendini parçalaya parçalaya yok etsin kendini de içindekini de..
Öyle bir şey yazsın ki elleri, günün göremediği kadar, yüreğin hissedemeyeceği kadar, rüzgarın titretemeyeceği kadar, alevin yakamayacağı kadar
Öyle bir şey yazsın ki elleri ve öyle şiddetli olsun ki etkisi, her acıyı küçük kılsın..
Öyle bir şey yazsın ki elleri, yazdıktan sonra her şey bitsin, bittikten sonra her şey yenilensin..
Öyle bir şey yazsın ki elleri…
Kıskandırsın yüreğini, kızdırsın yüreğini, sustursun yüreğini, durdursun yüreğini…
Öyle bir şey yazsın ki elleri,
Gömsün geçmişini, yaksın geçmişini…
Öyle bir şey yazsın ki elleri,
Sevsin daha gelmeden geleceğini, sevsin daha gelmemiş sevdiğini, sevsin kendine gelmemiş kendisini,
Öyle bir şey yazsın ki elleri,
Artık annesinden yeni doğmuş gibi bilsin kendini, melek gibi, acısız gibi, sessiz sedasız, sakin edasız…

Öyle bir şey yazsın ki elleri….
Öyle bir şey yazsın işte….


...YaşammPınarımm...

Cuma, Ağustos 13, 2010

CUMA...

öğrenci de olsanız çalışan da olsanız Cuma'lar her zaman güzeldir. Haftanın son günü, yorgunluğu atmayı hayal ettiğiniz o kıymetli haftasonunuzun habercisi :) Cumalar güzeldir ya, daha da bi hevesle ve gayretle gideriz ya gideceğimiz yere, "ha gayret son bugün" diye diye..

yorgun,uykusuz geçen koca 1 haftanın ardından şimdi dört gözle mesai saatinin bitmesini bekliyorum. Haftasonu planlarım bile yapılmış durumda. :) Her ne kadar bugün ayın 13'ü olsa da.. :) 13. Cuma olsa da...

Kehanetlere göre çok büyük şeylerin olacağını okuyor olsak da... meteor yağmurlarına maruz kalacağımızı, güneş fırtınalarını yaşayacağımızı, başka bir çağa geçişimize sebep olacak büyük bir tufandan çıkacağımızı, dünyanın Altın Çağını beklesek de, küresel ısınma içinde olsak da, kutupların eridiğini, sellerin depremlerin olduğunu ve daha fazlasının da olacağını okusak da...

İnsanlar bu günü korkuyla ve merakla bekleseler bile bugün Cuma yine de güzel. Çünkü yarın cumartesi çünkü yarın iş yok çünkü yarın uyku var ve daha birsürü plan :)

Ne olursa olsun Cuma'lar güzeldir. :) Çünkü haftanın son iş günü, tatilin habercisidir.

13. de olsa Cumalar güzeldir :)

Pazar, Ağustos 08, 2010

...Umudu Var...


Uykuya o kadar hasretti ki günlerdir, çok geç olmadan yatıp uyumuştu gece.. Gözlerini yumduğunda keyiften gülümsüyordu, hissediyordu…

Günlerden pazardı. Sabah gözlerini açtığında, yatağında pencereye doğru yatmış, gökyüzünün maviliğiyle uyanmıştı yeni güne. Uyurken olduğu gibi yine gülümsedi. Ve yataktan kalktı. Evin içinde dolandı ve odasına geri döndü. Yatağın yanında duran komodinin üzerindeki koca su şişesini dikti kafasına ve kana kana su içti. Annesinin yanına gitti. En güvenli kollara sığındı, öperek uyandırdı.

Üzerini değiştirip aşağı indi.

O kadar keyifli hissediyordu ki kendisini attığı her adımda dudaklarında hep bi şarkı mırıldanıyordu. Oysa ki uyanalı daha ne kadar olmuştu.. O keyifle çayı demledi güzel bir kahvaltı hazırladı. Kalabalıklardı kahvaltıda yine. Keyifle hazırladığı kahvaltının keyifle geçeceğine inanıyordu zaten.

Sürekli şarkı söylüyordu. Bağıra bağıra hiç çekinmeden, hiç utanmadan diline ne gelirse söylüyordu. Bazen olduğu yerde dans ediyor söylerken, bazen elinde ne varsa bırakıp koltukların üstüne çıkıp hem söylüyor hem dans ediyordu. Annesinin kendisine gülümsediğini fark etti ve şarkı söyleye söyleye yine yanına gitti, yanağına bi öpücük kondurdu. Devam etti kahvaltıyı hazırlama ve şarkı mırıldanmaya.

Tam tahmin ettiği gibi oldu. Keyifli bi Pazar kahvaltısıydı. Kahvaltı keyifliydi, kendisi keyifliydi, hayat keyifliydi, daha ne olsundu.

Ayağa kalkıp sofrayı toplamaya başladığında yine şarkı söylemeye başladı. Bir türlü durmuyordu, sürekli şarkı söylüyordu. Yetmemişti, müzik açıp hem dinleyip hem söylemeye başladı bu sefer. Fark etti ki bu şekilde olduğunda dans etmek daha keyifli oluyordu. Herkes onun sesini duyuyordu dışarıdan. Babası annesi halası ablası babanesi kardeşi, herkes dışarıdaydı ve herkes onunla birlikte hem keyifleniyordu hem onun bu haline oldukça şaşırıyorlardı. Cennetten müjdeci mi geldi acaba diye soruyorlardı birbirlerine, o içeride şarkı söylemeye devam ediyordu ama dışarıda konuşulanları da duyuyordu.

Söylerken düşünmeye başladı kendisini.. Gerçekten ne kadar keyifliydi, gerçekten ne kadar huzurluydu. Aynaya baktığında gördüğü yüz sanki değişik gelmeye başlamıştı. Halbu ki kaşı aynıydı gözü aynıydı dudakları dişleri burnu, hep aynı yüzdü gördüğü. Gözlerindeki ışıltının farklı olduğu apaçık ortadaydı ama. Mat ve solgun değillerdi. Ağlamaktan şişmemişlerdi. Kan çanağına dönmemişlerdi. Tabiri caizse “sinek” gibi küçük kalmamıştı gözleri. Donuk donuk bakmıyordu, cin gibi bakıyordu. Bakarken ışıldıyordu. Işıldarken aydınlatıyordu. Kendisindeki bu değişikliği görebildiğine kendisi de inanamamıştı. Kendisine daha da güzel gelmeye başlamış, yaptıklarının amacı değişmişti. Yemekleri doymak için değil, yaşamak için değil, tat almak için keyif almak için yediğini fark etti. Giyinirken daha da özen göstermeye başladı. Saçlarını tepeden savrukça toplamak yerine, kıvırcıklığı gitmiş bile olsa,fönden geriye kalan iri dalgalarına bakıp onları yine sevdi. Parmaklarıyla tek tek ayırdı buklelerini.

Gülümsedi kendine.

İçinden geçenleri, kimseye söyleyemediklerini yine tekrar etti aynadaki aksine.
Evet artık bi umudun var. Evet önemlisin. Evet değerlisin, daha da değerli olabilirsin. Aptal değilsin, saf belki biraz ama kandırılacak kadar değilsin. Çirkin misin yoo kim demiş, gözlerindeki ışıltı yeter. Boş mu duruyorsun hayata karşı hala, yaraların kanıyor mu; ellerinle dokunup bi baksana. Kaşıyıp kaşıyıp kanattıkların, daha iyileşmeden tekrar taşlanan yüreğin beynin bedenin hayata bakan gözlerin ne alemde? Yalanların bencilliklerin içinden çıkıp sıyrılıp döndün mü gerçek hayatına? Korkuyor musun hayatından, yaşadıklarından ve yaşayacaklarından? Belki biraz ama, cesaretin var mı hala; Var..

Evet umudun var artık bak. Sana şarkılar söyleten bağıra bağıra, durup dururken seni gülümseten, inanamasan bile bu gülüşlerine, var olduğunu görüyorsun gülümseyişlerinin. Bak kaybolmamış terk etmemiş seni, bırakmamış gülücüklerin ellerini. Düşüp kalkmaktan yara olan ellerin iyileşmeye başlamış bak, öne eğdiğin başın daha dik gibi sanki, gözlerine bak gözlerine…
O yaşlı gözlerden eser kalmamış bu günlerde..

O şarkısını söylemeye devam ederken bahçeden seslendiler ona:
“Noldu böyle birden sana” diye.
Hiçbir şey söylemeden gülümsedi sadece, ışıldadı gözleriyle ve gülümseyişiyle, içeriye geri döndü, içinden geçenleri, kendine sesli bir şekilde tekrar söyledi,

Artık bi umudum var benim de…

…..PınarYaşamPınarım….

Cumartesi, Ağustos 07, 2010

YOL ARKADAŞIM'A..CAN ARKADAŞIM'A...


Dostluğun Büyüsü Üzerine Olağanüstü Bir Roman.
“Ateşböceği Yolu`nda Kristin Hannah sevgi ve sadakat üzerine keskin ve unutulmaz bir hikaye yazmıştır.”
-Jacquelyn Mitchard-
“Kristin Hannah 70 ve 80`lerin heyecanını ve enerjisini ortaya sermektedir ve bunu öyle bir derin seviyede yapmaktadır ki okuyucuları iki kadın arasındaki dostluğun tam kalbine taşıyor. Ateşböceği Yolu bir şaheser.”
-Elin Hilderbrand-
“Hayatımızdaki en önemli şeylerden biri olan ebedi dostluk üzerine dokunaklı, enfes bir roman.”
-Elizabeth Buchan-
“Bu muhteşem romanın sayfalarını çok hızlı geçmek istemeyeceksiniz. Kapıyı kilitleyin, telefonunuzu kapatın, ve yanınıza bir paket mendil alıp koltuğunuza yerleşin. (Sonra uyarmadı demeyin.) Kristin Hannah`dan başka hiç kimse kadınların dostluğunu tüm acısı, tatlısıyla bu kadar güzel yazamazdı. Harika bir yazar.”
-Susan Elizabeth Phillips-
“Ateşböceği Yolu okumayı neden sevdiğimizi bize bir kez daha hatırlatıyor.”
-Patricia Gaffney-

Aslında kitabı tanıtmak gibi bir amacım yoktu ama bir kitabı okurken içine girip onu yaşarsınız hatta elinizden bıraktığınızda bile hala onu yaşadığınızı hissedersiniz ya, işte öyle bir kitap.
Yaşam hikayelerimize göre değişir tabiî ki ama kendi adıma itiraf etmem gerekir ki okurken geçmişim, şimdim ve geleceğimi düşünmeden edemedim.

Eğer tek bir dostum olmasaydı, onunla birlikte hayallerimiz umutlarımız, geçmişimiz ve yaşamayı dört gözle beklediğimiz bir geleceğimiz olduğuna inancımız olmasaydı, eğer bunca zaman üzerine hala böyle birbirimize bağlı kalabilmeyi başaramamış olsaydık, herkese her şeye bu hayata yenik düşüp elimizi tutmaktan vazgeçmiş olsaydık, eğer dudaklarım büzüşüp ağlamaya başlamak üzereyken “keşke yanımda olsa” diye düşünmeseydim, düşünmeseydik eğer, birlikte çıktığımız alışverişler o kadar zevkli olmasaydı eğer, birlikte yediğimiz yemekler o kadar lezzetli olmasaydı eğer.. eğer ki aynı okulu yazmamış olsaydık, (iyiki yazmışız) eğer aynı servisle gidip gelmeseydik, eğer birbirimizi tanımak için bu kadar istekli olmasaydık, eğer bütün kalabalıklar içinde benim en değerli arkadaşım o onun en değerli arkadaşı ben olmasaydım eğer…. Eğer 5 yıllık üniversite hayatını birlikte yaşamamış olsaydık, sabahlara kadar oturup ders çalışmamış olsaydık, derse gidiyoruz diye okulu kırıp gezmeye gitmemiş olsaydık, birlikte gülüp birlikte ağlamasaydık, ikimiz birlikte aynı araba içinde uzuuuun yolları katetmemiş olsaydık, birbirimize co-pilot’luk yapmamış olsaydık eğer, “bas gaza” diye birbirimizi gaza getirmemiş olsaydık ve en tehlikeli anlarda birbirimizi korumasaydık eğer…. Eğer mezun olduktan sonra bile bu kadar CAN olamasaydık, birlikte hayaller kurmasaydık, birbirimizin nikah şahidi olacağımıza bile söz vermeseydik eğer, hayatımız boyunca geçirdiğimiz en güzel tatil birlikte gittiğimiz tatil olmasaydı ve birlikte nefes aldığımız günleri yaşamamış olsaydık eğer…

eğer annemle şimdi bu kadar iyi anlaşıyor olmasaydık, ergenlikte her şeyin ters gittiğini düşünür ve düzelmeyeceğini düşünmeseydim, o günlerden çıkıp bu günlere gelmeseydim ve annemle sadece anne kız değil daha fazlasını olamasaydık, eğer o benim her düşündüğümü hissedemeseydi, eğer gizli yaptığım her şeyi ondan aslında gizleyememiş olmasaydım, anneler her şeyi bilir onlar her şeyi görür cümlesi anneme bu kadar uymasaydı, her adımımda başıma gelecekleri bilir, her bildiği doğru çıkmasaydı, o benim en büyük desteğim olmasaydı eğer, omzumun üzerinde hep hissettiğim en güvenli el olmasaydı, dünyada aldığım en güzel koku onun olmasaydı ve annemin de dediği gibi benim ona ne kadar ihtiyacım varsa onun da bana öyle ihtiyacı olmasaydı ve biz hep birbirimize yetiyor olmasaydık, biz annemle bu hayatın çok çok çok fazla şeyi olmasaydık eğer… en yakın arkadaşımı benden ayırmadan sevmemiş olsaydı eğer, ikimizi birbirimizden ayırmadan fedakarlık yapmaktan çekinmeseydi eğer, ikimiz için de mutlu olmasaydı eğer… annem her üzüldüğümde benimle üzülmeseydi eğer, her ağladığımda beni kollarına almasaydı,bana fark ettirmek istemese bile sessiz sessiz benimle ağlamasaydı… eğer uyuduğumda gelip beni öpmeseydi, kokumu içine çekmeseydi ve ben onu yanımda hissetmeseydim, onun kokusunu içime çekemeseydim…. Şimdi bunları yazarken bile “annemmm” diye kendi kendime söylenip varlığına şükretmeseydim eğer

eğer ileriye dönük hayallerim olmasaydı, ve o hayallerim içinde annem ve arkadaşım olmasaydı eğer… bu kitabı okumak bu kadar iyi gelmezdi kim bilir..

gayet kalınca bir kitap ama elinize aldığınızda sayfaları nasıl çevirdiğinizi bilemeden kendinizi Kate ve Tuly’nin hayatına kaptırıveriyorsunuz. Kah gülümsüyor kah endişeleniyor kah sinirleniyor ve bir bakmışsınız ağlayabiliyorsunuz.

Kitabı bitirdiğimde önce arkadaşımı aradım ağlayarak, sonunda neler olduğunu anlatmadan kitabı okuması gerektiğini söyledim ona ve tabiki onu ne kadar çok sevdiğimi.. Sonra kitaptan çıkıp kendimizden bizden konuşmaya başladık. O telefon konuşması hayatımın en güzel telefon konuşmalarından bir tanesiydi. Kendimi o kadar şanslı o kadar mutlu hissettim ki o an kanatlarım olsaydı da keşke D’nin yanına gidebilseydim diye düşündüm. Birlikte gittiğimiz eğitimlerden bir tanesinde, grubun ortasında birbirimize sarılıp ağladığımız gibi, yine güvenli kollarına sarılıp ağlamak istedim, varlığı için, iyiki var olduğu için, en yakın arkadaşım, dostum, kardeşim olduğu için… Hayatımda olan güzel şeyleri anlatırken sesimdeki mutluluğu fark eden harika bir arkadaşım ve mutluluğumdan mutlu olup ağlayan bir CANımm olduğu için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. “senin sesini böyle mutlu duymak harika bir şey hep böyle duymak istiyorum sesini” dediğini ve bunları söylerken ağladığını düşünüyorum şuanda ve yine ürperiyorum, yine şükrediyorum…

Hayatımın son 6 senesinde yanımda olduğun için, benimle olduğun için, elini elimden bırakmadığın için, her koşulda beni desteklediğin için, benimle mutlu olup benimle üzülebildiğin için ve birlikte daha nice şey yaptığımız ve yapacağımız şey için…

İyiki varsın Canım Arkadaşım…
İyiki varsın YOL Arkadaşım…
İyiki varsın CAN Arkadaşım….

Perşembe, Ağustos 05, 2010

aynam resmim, resmim aynam...





Aslında tam da buymuş aslında “ben”, elimdeki boyaları bırakıp, resme bakınca anladım. İstanbul’un bi semtinde, boş bi okulda, masa başına oturmuş “çalışıyor”iken beyaz bi müsvette kağıdına tek renkle karalama yapmakla başlamıştım oysaki.
3 yaşındaki çocuğun karalamaları gibi hiç bir şey ifade etmez gibi görünüyorken en başta; temasını olduğu gibi belli eden bi fotoğrafa döndü sanki. İçimin aynası oldu. Tutup baktığımda “evet işte yaşadığım tam anlamıyla bu” dedim.

İnsan ne kadar kapalı kutu ıolsa da mutlaka içini gösterecek aynalar var bu hayatta inanıyorum. Uğurlu rakam, uğurlu renk, uğurlu renk vs. gibi inanışlar hayata bakış açımızı gösteriyor diye düşünürüm hep. Yazdıklarımız, söylediklerimiz, düşündüklerimiz, çizdiklerimiz, resimlerimiz hem bizim en doğru aynamızdır aslında…

Bi çocuğun resimlerine bakınca renkleri nasıl kullandığına bakarsınız önce. İçini nasıl yansıtıyor oraya, anlamaya çalışırsınız. Şimdi eğer yanımda “D” olsaydı yaptığım resme bakar ve her şeyi anlardı eminim. Her ne kadar ben şimdi o resme bakarken günlerin bana daha ne renkler ulandıracağını bilmesem de, o renklerin ve çizgilerin değişip değişmeyeceğine inancımın olup olmadığını bile fark edemesem de şuanda.. İçimdeki Pollyana harekete geçti. O resmin sol alt köşesindeki “güneş ” sanki bana bir şeyleri “umut et” dercesine ve olabildiğince sarı ve ışıltılı duruyor gözümün önünde.

Kağıdın ortasındaki “CİN ALİ”den tutun da (ki bu resmin en sevimli hareketi o bence, o Cin Ali’nin o resme kondurulmasının sebebi tamamen bende saklı) onun yüzüne kondurduğum kocaman gülücük ve harf kullanmadan ifade edilmiş binlerce sözcük şimdi bana fısıldıyor ki;
“Her şey güzel olacak”

TUTTUĞUMUZ HER AYNADA UMUT GÖREBİLMENİZ DİLEĞİYLE…

Not: bence bir gün tek kaldığınızda masanın üstüne bir kağıt ve istediğiniz türde boyaları koyun. Zaman geçtikten sonra ortaya çıkan Siz’e ve sizinin mucizeniz’e şaşıracaksınız..

….YaşammmPınarımmm…..

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...