Pazar, Şubat 27, 2011

DÖNDÜM GALİBA....

Neleri erteliyoruz şu hayatta, yok mu sayıyoruz ya da, bilemiyorum ama, bişeler bi yerlede bekliyor bir süre, ya da unutuluyor belki de, ne bileyim öyle karışık bişeler işte…
Her gün yazmayı günümün en güzel rutinlerinden biri haline getirdiğim sevgili bloğum,
Neden olduğunu anlayamadığım; profilimde ekli görünmeyen bloğuma rağmen sayısı çok fazla olmasa bile gün be gün artan sevgili izleyicilerimden, özellikle takip ettiklerimden, yazılarından etkilendiklerimden sayelerinde hayatıma çizdiklerimden, kendimi dışarıya vurmaktan, hayalimdekileri yansıtmaktan, kendimin dışında yeni kahramanlar yaratmaktan ve onları canlandırmaktan, onların sol yanlarına kalp yerleştirmekten ve o kalbi attırmaktan; kalpsizlere sitem etmekten, içimdekileri püskürmekten; kimilerine söylemek istediklerimi söyleyemediğimden buralara yazmaktan, kendilerine ithafen yazılmış olan yazılardan bi haber olsalar da inadına yazmaktan vazgeçememekten, akşam yatmadan önceki zamanımın bir çoğunu yazılan yazıları uzun uzun okumaktan, yorum yapmaktan; yattığım yataktan gecenin bi yarısı kalkıp bilgisayarı açıp tıkır tıkır yazmaktan ve onu hemen bloğumda paylaşmaktan ve “bunu nasıl yapıyorum ki hangi akıllı insan yattığı sıcacık yatağından kalkıp yazı yazar ki” diye kendi kendime kıkırdamaktan; kısacası şu sanal dediğimiz aslında hayatımızın gerçekliğinin tam da ortasında duran bloğumdan uzak kaldım uzunca bi süre,
Erteledim hep yazmayı, açtım sayfaları, baktım baktım kapadım,
Yazdım yazdım sildim..
Dönüp bakmadım bile bi kere ne yazmışlar acaba diye ama birilerini hep takip ettim, hep okudum, yorum yazmasam da hep bildim, ne yazıyorlar ne hissediyorlar. Bir hayalet gibi aslında dolandım durdum blogların arasında…

Bugün Pazar ve hava berbat İstanbul’da.. Bu kasvetini de severim bu şehrin aslında ama ev sessiz, annem şehir dışında, yapılması gereken bir sürü işim var; derken boş evde tek başıma oturuyorum koltuğun köşesinde… şerit şerit perdelerin arasından dışarıya baktığımda kendimi sanki hapishanedeymişim gibi hissetsem de evet bu evin hakimi benim diyorum kendi kendime, sadece kendi sesimi ve çamaşır makinesinden gelen sesi duyuyor olsam da biliyorum ki şu yazıyı okuyanlardan birkaç tanesi şuanda “oh be sonunda yazdı” diyor.

Diyorum ya.. Bişeleri erteliyoruz şu hayatta, ve bişeler oluyor el atıyoruz o kenarda duranlara. Öncelikle ASLI’M, EMİNE’M ve KAAN, ve daha sonrasında mail atan diğer okuyanlarıM,
Canlandım belki de bilmiyorum ama, şuan bunu yazıyorsam sebebi sizden aldığım güçtür…
Şimdiye kadar yazdığım hiçbir yazıyı dönüp okumadım tekrar, imla hatası var mı yok mu, cümle düşük mü değil mi bilmiyorum, yazdığım gibi önünüze seriyorum. Diğerlerinde yaptığım gibi bunu da okumadan bıraktım gözlerinin önüne Sevgili Okuyucumm..

Ben döndüm galiba…

Perşembe, Şubat 10, 2011

BİR ADAMIN YÜREĞİNDEN, BİR KADININ GÖZÜNDEN...

Yazdım sildim yazdım sildim yazdım ve yine sildim….
O kadar çok şey geldi ki aklıma yazmak için hangisine başlasam karar veremedim. Hepsi öyle karıştı ki birden kafamda hangisine karar versem bilemedim.
Ve bu yazının ilk cümlesine başladığımda düşündüm, adım attığım ya da atmaya kalktığım kaç yoldan böyle geri döndüm ve bir daha geri getirememecesine sildim attım.
Nelerden vazgeçtiğimi, vazgeçişlerimin kayıp mı kazanç mı olduğunu
Ve sildiklerimi, sildiklerimin gerçekten silinmiş mi yoksa silinmiş diye adledildiğini mi
Bir şeye karar vermeden önce bir gece bekle, eğer sabahında kararın yine aynıysa o zaman uygula, diye düşünürüm çoğu zaman. Ani verilmiş kararlar çoğu zaman yanlış kararlardır ve en çok da verdiğimiz kararların yanlışlığını anladığımızda yanar canımız.
Keşke yapmasaydım dediğimiz anlarda, mantığımızı çalıştıramadığımız zamanların sonralarında,
Sonralarda hissederiz ya hep pişmanlıkları aslında,
Aslında daha öncesinde bi bakabilseydik mantığımıza, ah bi şöyle bi dönüp bakabilseydik.
Sabah sabah diye tuttururum çoğu zaman, güne gözünüzü açtığınızda bırakın güneş girsin gözünüzün içine içine derim, çekmeyin yorganı başınıza, bırakın güneş vursun göz kapaklarınıza.. Tutsun kaldırsın, bi göstersin gün kendini, göstersin güneş kendini o sıcak yatağınıza…
Hep sabah sabah derim kendi kendime, sabah olsun hele bi…
Düşündüm de hayatımın hangi dönemeçlere hangi köşelere gecelerim hangi devrimlere gündüzlerim şahit olmuş. Hangi cezamı gece kesmiş ya da kime kesmişim cezaları gündüzlerimde
Hangi adımı atamamışım gecelerimde
Nerelere doğru koşmuşum gündüzlerimde
Dizlerimin üstüne yığıldığım zaman gece mi gündüz mü
Bi de, kalkmaya çalıştığım zaman?
Durdum düşündüm atamadığım adımları ve attırılmayan adımlarımı.
Ben isterken durduranları, durdurup da tek kelime konuşamayanları..
Ben sarılmak isterken gönül koyanları, ben kaçarken paçalarıma dolaşanları…
*
Koskoca evde tek başına oturmuş, odasındaki resme bakakalmış, mırıl mırıl bişeler mırıldanıyordu. Duvarda onu büyüten ona sevgisini veren kadının resmi asılıydı ve her sıkıldığında gider o resimle konuşur o resmi sever o resme dökerdi kendisini..
Beyaz gömleğini giymiş ve kol düğmelerini iliklerken yeni kararlar aldığı bir sabaha uyanmıştı aslında.. kendisiyle ilgili bu zamana kadar çok şey yapmıştı. Acıttıkları da olmuştu elbet ve acıyan yaraları da vardı ama o kendi yalnızlığıyla kapamayı öğrenmişti o acıyan yaralarının üzerini.. Çok güzel gülerdi aslında, öyle içten kahkaha atardı ki dışarıdan gören bu adamın hiç derdi tasası yok derdi. O herşeyini hep kendine gömmüş, öyle gülerdi işte..
Bundan aylar öncesinde ilk defa kendisi için atan yüreğinin başkası için sanki hareketlendiğini hissetti. Sanki bişeler kıpırdanmış gibiydi ama tartamadı da, o kadar uzun zaman olmuştu kendinde birisini yürekten hissetmeyeli. Belki de yıllar..
Evet evet başkası için hareketlenmiş bir yüreği vardı onun ve evindeyken bu yüreğin sesini duymaktan korkuyordu hep. Hep yüksek sesle müzik dinlemeye başlamıştı ya da hep yummuş gözlerini hep uyumuş, seslere kapamıştı kulaklarını; aslında kapadığı ses kendi yürek sesiydi ve o kendisini bi başkasıyla paylaşamıyordu aslında..
Tam da “evet işte bu ” dediğinde geri adım atmıştı. Yok yok demişti, ben böyle iyiyim. Tam adım atarken geri kaçmıştı. Tam da kendisini birisiyle paylaşacakken kendisinden kaçmış, can acıtmış ve canı acımıştı.
Aradan aylar geçmişti. Aylar önce kapattığını sandığı o meselenin aslında kapanmadığını, aslında tam da mantıksız anında attığı bir geri adım olduğunu fark ettiği bir günündeydi. Kısık sesle söylendi.. Ah dedi öyle derinden dedi ki, sanki “ben böyle olsun istemedim” der gibi, sanki hala o atmaktan geri kaçtığı adımı atmak ister gibi, sanki ittiği eli tutmak ister gibi, kulaklarını tıkadığı sesi duymak ister gibi bir de onun kokusunu tekrar duymak, uzaktan uzaktan koklamak ister gibiydi. Öylesine pişmandı sanki, ölesiye pişmandı sanki… Umursamaz bir şekilde ofladı, öyle umursamaz oflarken tek kaşı havaya kalkar ve dudakları da büzülürdü. Saçları hafiften hafiften dökülmüş başına da dokunurdu oflarken, ve ofladığı şeyin kendisi olduğunu fark ettiğinde, daha da oflardı.. Olduğu yerde durur ve izlerdi gecenin gündüzü, gündüzün geceyi kovalamasını….
Evet, aradan aylar geçmiş, mantıksızca geri döndüğü yola tekrar gitmeye hazırlanıyordu şimdi… sabah olmuş, güneş doğmuş, kararlarının üstüne aylar oturmuş ve şimdi ayaklandırmıştı o yanlışlıklarını….
Dolabın önüne gitti, beyaz gömleğini çıkardı askıdan ve en çok sevdiği kol düğmelerini aldı çekmecedeki kutudan. Yavaş yavaş giyindi, yüreğini hissede hissede kol düğmelerini ilikledi; parfümünü sıktı ve hazır olduğunu düşündüğü anda ayakkabılarını giymek için kapının önüne yöneldi. Eğildi ayakkabılarını giydi. En son ceketini giyerdi, yine öyle yaptı ve aynaya baktı. Evet hazırdı, şimdi yılların yalnızlığını sona erdirmeye gidiyordu. Aylar önce sırtını döndüğü yola şimdi yine gidiyordu bu sefer daha sağlam bir yürekle..
Yılların yalnızlığını sonlandırmaya gidiyordu, “gidiyorum, sana geliyorum” diye diye ilerledi. Ağır adımlarla yürüdü.
Şimdi uzun saçlarıyla karşısında duruyordu geleceği..
Ve ona bakarken ilk defa hissetmişti yüreğinin tebessüm ettiğini…
*
her adım doğru olmaz elbet, hayat bu kendinden bile büyük;
her adımda da yanlışlık varsa kendinde de vardır bi hata elbet, hayat hayat dediğin bir nefes vermek kadar değil midir, bi dön de bak neleri çözer tebessümle söylenmiş bir Evet…

Salı, Şubat 08, 2011

Karşılaşma...

Dolunayın tepede olduğu bir geceydi yine.
Aynı dolunay altında olsak da, hadi sana selametle demişti zamanında ama dünya o dar küçüktü ki, o unutmak istese de çok şeyi unutmasına engel oluyordu.
Hiç beklemediği anda insanın karşısına neler çıkarıyordu şu hayat dedikleri, şu hayat dediği şey.
Her adımda farklı bir şey görüyordu ama bazen gördüklerine gerçekten çok şaşırıyordu. Hem dünyanın küçüklüğüne hem insanların karaktersizliklerine hem de daha nelereee nelere….
Ayağında en sevdiği kırmızı topuklu ayakkabılarıyla ağır ağır yürüyordu sokak boyunca. Arkadaşının arabasından indiği yer evinin birkaç sokak aşağısıydı. Bilerek orada inmişti, hava öyle güzeldi öyle yumuşaktı ki ve sokakların en boş olduğu saatlerdi; o sadece kendi nefesinin sesini sadece topuklu ayakkabılarının bağırışlarını ve sadece dolunayın ışığını görmeyi istiyordu.
Gayet keyifli olduğu akşamlardan biriydi ama bunu nasıl bir tabu nasıl bir totem haline getirmişti o da bilemiyordu ancak; dolunay varsa eğer hayatına bir yıldırım düşerdi. Her defasında böyle olmuştu, tesadüf müydü değil miydi bilmiyordu; hoş, o tesadüflere de hiç inanmazdı ama, öyle bişelerdi işte.
Sokağın başına girdiğinde bu sokağın başından gerçekten nefret ettiğini hatırladı. Oysa ki bu sokak, çocukluğunun her evresinin geçtiği, saklambaç, yakalamaç oynadıkları, çocukluk aşkını gizli gizli izlediği ve hayatında şimdiye kadar gördüğü en güzel çıkmaz sokaktı. Ve o sokağın köşesinde en yakın arkadaşı oturuyordu ve o köşe onların köşesiydi, köşedeki demirler onların demirleriydi ve yaz mevsimi geldiğinde gece dışarıya çıkıp sabahlara kadar çekirdek çitlettikleri köşeydi…
Büyüdüklerinde de anlamını kaybetmemişti bu sokak ama o öyle şeyler görmüştü ki bu çıkmaz sokakta, sanki çıkmaz olduğundan mıdır nedir, bi türlü çıkıp gidememişti o anılar ne bu sokaktan ne onun hafızasından. Kilitlenip kalmışlar, çıkacak yolları yokmuş gibi, öylece kalakalmışlardı öyle. Apartmandan her çıktığında o köşeyi dönerken nefesinin daraldığını hissediyordu şimdilerde ve hızlı hızlı yürüyordu hızlı hızlı geçiyordu o köşeyi.
Aradan aylar hatta yıl geçmişti belki de… Birçok şeyle kendisini bütünleştirmiş, yaşadığı hiçbirşeyle yüzleşmemiş ama onlarla yaşamaya alışmıştı artık.
Ve dolunayın tepede olduğu bir geceydi.
En sevdiği kırmızı ayakkabıları ayağındaydı. Sokağın köşesine geldiğinde gözlerine inanamadı. Baktı ama seçemedi. Devirdiği bi koca şişe şarabın etkisiyle görüş açısı daha da daralmış olsa gerek karşıda sadece bir karaltı gördü ama bu boynun düşüşünü nerede olsa tanırdı o. Nerede görse yüreği hop ederdi zaten .
Adımlarının yavaşladığını sesinden anladı.
Tık…. Tık….. tık…. Dedi ve durdu. Baktı ki karanlık siluet de ayağa kalktı.
O an içinden ne dualar etti, bu sokak batsın bu sokak yerin dibine batsın, şimdi ortadan ikiye ayrılsın.
Önce gidip sarılası geldi evet tutamayacaktı kendisini sanki gidip atlayacaktı sanki boynuna, kokusunu derin derin içine çekecekti, öyle özlemişti ki ensesinin kokusunu, boynunun sıcaklığını, başını oraya koyup uyumayı, öyle özlemişti ki o kollarda kaybolmayı, o kollarda güvenle sarmalanmayı; onu öyle özlemişti ki şimdi koşup atlayacaktı boynuna…
Bir anda her şey gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Birlikte geçen yılları, ve son anı; sarılamayışını ve nasıl da hırpalanışını… O kadar çok şey geçti ki gözünün önünden, sadece o değil, tek başınayken yaşadıkları ve saçını yoluşları, onun gözlerinin içine bakarken kendisini izledi aslında sanki karşıdan, ona her baktığında kendisinin nasıl da yok olduğunu hatırlıyormuş meğer, bu zamana kadar bakamadığı bir çift gözü binlerce gün üzerine gördüğünde bunu hatırlayacaktı demek, kendisinin nasıl yok olduğunu…
Ne özlemi ya dedi bi anda kendine, ben evime gideyim bu sokak batsın o da içinde kaybolup yansın, dedi…
Adımlarını hızlandırdı. Topuklarının seslerini çok sık duymaya başladı hatta o kadar sert bastı ki ayaklarını yere, bir ayağını burktu, ama sonra doğruldu, yanından geçti gitti, geçerken gözlerinin içine hiç bakmadı ama ağladığını fark etti.
Merdivenleri üçer beşer çıkarken ayakkabıları artık elindeydi, kapıyı hızlıca açtı içeriye girdi, kapıdan içeri girer girmez aynada kendisini gördü ve ağladığını işte o zaman farketti..
Artık kocaman evde tek başınaydı.. istediği gibi hıçkırabilirdi..
Zaten hava da aydınlanıyordu..
Gece bitiyor, dolunay gidiyor, yerine güneş geliyordu…
…………

Pazartesi, Şubat 07, 2011

oh beeee :))))

Sendromsuz bir pazartesi gününe uyanmanın keyfi içinde saat 10:00 olmuş ve hala pijama keyfindeyim :)
Her haftanın başında hatta daha Pazar gününden başlayan pazartesi sendromunun etkilerini çok fazla yaşamayan biri olsam da sabah ezanından önce uyanacak olmak beni en çok geren durum.
İşe gitmek, uzun bir yolu devirmek vs. vs. bunlar değil de, sabah uykum bölünüyor ve bir de her yer daha zifiri karanlıkken uyanıyorum ya, bütün moral motivasyonum yerlere düşüyor adeta.
Ama bugüüünn, harika bir Pazar gününün; şöyle bol kahkakalı tabulu, okeyli ( ve bi de her oyunda kazanan grupta olmanın keyfini de yaşadığımı belirtmeden geçemem)ve daha sonrasında kurt gibi acıkmışken açık büfe salata keyifini tabaklarımızı ağzına kadar doldurarak aldığımız (hem de sınırsız) ve son anda eve dönüş yolunda yaşanmış enerji patlamam ve bangır bangır müziği narin ari nan nana nana li lo lo loomm şeklinde anlamsız mırıltılarımdan zevk aldığım ve bu mırıltılarım sırasında E.’nin bana “Pınar serserileşme” diyerek kıkırdamasından da ayrıca hoşnut olduğum ve o enerjiyle maalesef eve gelip anneme sataşıp gidip suratını mıncık mıncık ettiğim ve saat 2ye gelirken “oh be yarın iş yok” diyerek pofuduk terliklerimi süre süre sallana sallana uyumaya gittiğim veeeeeeeeeee
Günlük güneşlik bir pazartesi sabahına uyandığım (dışarıda hava nasıl bilmiyorum ama güneş evin içini harika bir şekilde aydınlatıyor) kahvaltımı ettiğim, sevgili yeşil çay’ımı içtiğim, sendromsuz ve yine çok hareketli bir güne hazırlanmak için yerimden kalkmak üzere olduğumu düşündüğümde,
Oh be keyifliyim…
Cuma günü iş başı yapıyoruz ve Cuma gününe kadarki şu 4 günü bomba bir şekilde geçirmem gerektiğini düşünerek her güne ve hatta her geceye bir program ekledim
Hadi bakalım hayırlısı =))
Mutlu huzurlu günlük güneşlik sıcacık keyifli bir hafta olması dileğiyle…
Sevgiler….

Pazar, Şubat 06, 2011

işte tam da buradan bakıyor hayata yalnızlık...

Kalabalık bir cadde.
Gelen geçen dolu… Akvaryum gibi…
Sağa gidenler sola gidenler, karşıdan gelenler ve ileriye gidenler…
Elinde telefon olanlar, bir simitle öğle yemeğini geçiştirenler…
Kol kola girmiş gülüşen genç kızlar, onların gülüşüne bakan yeni yetme liseliler…
El ele tutuşmuş aşk kokanlar, kol kola girmişse de nefretle bakanlar…
Elinde bastonuyla yürümeye çalışan teyze,
Ve etrafındaki kalabalığa bişeler anlatmaya çalışan fötr şapkalı amca…
Ve bir kaldırımda oturmuş bakıyor işte hayata yalnızlık. Tam da güneşin kendini gösterdiği yerde..
Şöyle turuncumsu bir almışken hem de
Vuruyorken gözüne gözüne…
İşte tam da oradan bakıyor hayata yalnızlık, kısılmış şişmiş gözlerle.. işte tam da güneşin doğup hafiften rüzgarın estiği yerde…
Kendine getirsin diye onu, hafiften üşüttüğü yerde..
İşte tam da oradan bakıyor hayata yalnızlık…
En çok da kalabalıkların ortasında fark edilir yalnızlık… Umarsızca baktığında etrafına ve eğer her şey anlamsızsa, işte tam da oradan;
Kendini hissetmediğinde, kalbini işitemediğinde, nefesinin kokusunu unuttuğunda ve yemek yemeyi son anda hatırladığında,
Zayıflıktan kollarının daraldığında ve suratının uzadığında,
Kıyafetlerinin bollaştığı, göz altlarının morardığı ve yitirdiğinde bazı şeyler anlamlarını…
Kararsızlıkların çoğaldığı ve batmadığı, iğnelerin daha da derine daldığı ama kanatmadığı, kanatsa da kırmızılanmadığı, kırmızılansa da umursanmazlığın içinde boğulup dağıldığı
Ve işte tam da oradan bakıyor hayata yalnızlık,
Odana kapanıp ışıkları kapadığında ve gecelerin gündüzle gündüzlerin gecelerle rol değiştirdiğinde,
Uyku vakitsizleştiğinde ve konuşmaya başladığında odandaki kocaman resimle…
Herkese bu durumun çok ilginç geldiği ama yüzünün sadece gülümsediği,
“Neyse”lerin çoğaldığı, detayların azaldığı;
Hayatın baktığı yer tam da burası işte yalnızlığa,
Ellerindeki ojelerin günlerce kaldığı ve sakallarının uzadığı artık suratına batmaya başladığı,
Geçip aynaya baktığında akmış rimelleri gördüğü ve sakallarına ellediği,
Benimsemek zorunda olduğu Aynada gördüğü öcüyü,
Ne kadar olursa olsun kendi olduğu için benimsemek zorunda olduğu bu canlı ölüyü..
İşte tam da buradan bakıyor hayata yalnızlık,
Atmak istiyor gibi üzerinden bu hüznü, dizlerinin üzerinden kalkmak istiyor gibi, yara bantları istiyor gibi yaralanmış açılmış dizlerine, ve avuç içlerine; rengarenk bantlar takmak ve renklendirmek istiyor yaralarını, bu işte işin aslı…
Ama işte tam da buradan bakıyor hayata yalnızlık…
*
Senin gözlerinle; yalnızlığın içine düşüp üstüne toprak atılmış bir hayata bakarak yazdım bunları,
kim bilir belki üzerinde minik çiçekler biter de yeşerir diye, ve bir el çıkar o toprağın altından diye,
Güneşe bakar, gözleri kamaşır, kahkahalara katılır, hayata karışır ve o akvaryuma dalar,
Oturduğu kaldırıma geçerken şöyle bir bakar, belki derin bir iç çeker ama yine yoluna gider…
Ve gülümser…

Cuma, Şubat 04, 2011

KIZ ARKADAŞ....

Harika bir cumartesi sabahına uyandım bugün.
Odamın içi turuncumsu bir hal almış ve yaz mevsiminde bile yorganı pikeyi kafasına kadar çekerek uyuyan ben, bugün gözlerimi açtığımda odamın rengiyle mutlu oldum.
Kalktım şöyle bi bakındım etrafıma, geceden çok dağıtmışım odayı; bilgisayar yerde, iş notları yanında, kahve fincanım bile duruyor içinde kalmış biraz kahvesiyle.
Ve gerçekten bugün özel bi gün benim için.
*
Çok güzel arkadaşlıkların kurulduğu bir yerdir üniversite. Denk getirebilirseniz çok eğlenirsiniz getiremezseniz çok kazık yersiniz.
Hem denk getirebilmiş hem denk getirememiş biri olarak, üniversiteden mezun olurken (diclekıyısındamasalkentim’i buna dahil etmiyorum,onun yeri ap ap apayrı) 2 tane harika insanı da hayatıma ömürlük dahil ederek kepi fırlattım.
Gerçekten son senemizde “iyiki dersten kaçmışız ve iyiki o kadar gezmişiz” diyoruz ya şimdi, çok keyifliyim bu yüzden.
Dostluklar önemlidir. Kendinizi yanlarında rahat hissettiğiniz, karnınız ağrıyıncaya kadar güldüğünüz, dertlerinizi masaya yatırıp ortak çözümler getirdiğiniz, yeri geldiğinde birbirinizin gözyaşını sildiğiniz ve en önemlisi birlikte büyüyebildiğiniz o sürece birbirinizi dahil edebildiğiniz…
Dostluklar önemlidir ve kız arkadaşlar sevgiliden, anneden, babadan, kardeşten, kuzenden, teyzeden, haladan ayrı bir yerleri vardır onların.
Bir kadının hayatının olmazsa olmazıdır kız arkadaşları. Olmalıdır onlar, yaşamalıdır ve yaşatmalılardır arkadaşlıkları.
Birlikte oje almaya gitmelilerdir, deli gibi alışveriş yapabilmelilerdir, akşam yemeklerinde çıtır çıtır kahkahalar atabilmelilerdir, şarap şişelerini devirebilmeliler ve yalpalarken birbirlerine hakim olabilmeliler, sabahlara kadar oturabilmeliler ve birlikte halay çekebilmeliler;
kız arkadaşlar hayatımızın her adımında önemli yere sahiptirler ve şuanda bunu okuyan bir kadınsa eğer;
Sen de kız arkadaşlarının hayatında önemli yere sahipsin sevgili okur… ;)

*
Evet dedim ya harika bir cumartesi sabahına uyandım bugün diye…
Bugün diclem ile yollara düşeceğiz yine. 5 yıl hiç bıkmadan usanmadan gidip geldiğimiz yolları, üzerinden hala geçerken korktuğum ve dualar okuduğum boğaz köprüsünü birlikte geçmek için, tepeden denize, kız kulesine, Ortaköy’e bakmaya ve sonunda arkadaşlarımızın yanına ulaşmaya;
Hazırlanıyoruz şimdi…

Mutlu haftasonları… ;)

fotoğraf "omuz omuza" dizisinden ;)))

TESADÜF DİYE BİR ŞEY YOKTUR....

Kaç yıldır şu dünya üzerinde ayaklarımız yere basıyor, kaç yıldır nefes alıyoruz,
Kaç yıldır kendimizin farkındayız bilmiyorum.
Bu yazıyı okuyan gözleri taşıyan beden, ruh kaç yaşında bilmiyorum ama herkese yazıyorum..
*
Kendi bedenini oturttu bir sandalyeye ve ruhunu aldı çıkardı. Karşıdan seyre daldı, hayatını ve hayatlarını.
Ona bişeler katanları ve kendinden bişeler çalanları,
Hala hayatında duranları ve hayatından kaçanları…
Öğrendiklerini ve hafızasından sonsuza kadar sildiklerini…
Bir sürü bir sürü şeyi…
Bir sürü,bir sürü şeye karşıdan baktı öylece..
Gelenlerle nasıl sevinmiş, gidenlerle nasıl yıkılmış.
Kendine kattıklarına şaşırmış, sildikleriyle aklını kaçırmış.
*
Her yaşanmışlığımızın hissettirdikleri fakrlı farklı da olsa, hayatta tesadüflere yer yoktur, her yaşanmışlığın bir sebebi vardır, diye savunurken ben, attığımız her adımın, her kahkahanın, yaşadığımız her acının, kendimize kattığımız her satırın bir amacı ve bir sebebi olduğuna ; ve bir gün bir yerlerde bizi şaşırtacak kesişmelerin yaşandığı, hayatımıza gelenler ve gidenlerin yollarının kilometrelerin birinde denk geldiği, göz göze değdiği, yürek yüreğe temas ettiği ve belki de nefret ettiği; öyle bir hayat bu diyorum, tesadüflerin olmadığı..
Hiçbir şey olmasa bile ardından gelecek, sadece o anda hissettiklerimizi yaşamak adına bile yaşıyoruz bazı şeyleri aslında. Düşün bakalım, ilk sevgilin seni terkettiğinde hissettiklerini, ve terkedilmemiş olsaydın o hissettiklerini hiç hissedemeyeceğini; ve o sevgilinin terkedişinin ardından hayatına gelenleri ve belki de yüzüne konmuş en güzel gülücükleri…
İşe girişin, orada birileriyle tanışman…
Yolda yürürken ağır adımlar atman, ve sokağın başına eski arkadaşınla karşılaşman…
Haydi gidiyoruz, diyerek çıktığın yollarda yaşadıkların, yeni heyecanların ve seyir defterine kattığın yeni anıların…
Hiç farkında olmadan aslında bir şey için birşeylerden vazgeçiyor, bir şeyleri feda ediyor, bir şeylerin sonunda bir şeyleri kazanıyoruz. Üzüldüğümüzde mutlu olmanın ayrıcalığını farkediyoruz, hastalandığımızda sağlığımızın kıymetine varıyoruz. Sevgilimizle ayrılıyor ve daha sonrasında yıldırım aşkıyla “hayatımın aşkı” ile karşılaşıyoruz, doğuyoruz büyüyoruz ve her yeni günde yeni yerlere gidip geliyoruz, yeni insanlar tanıyoruz…
Üniversite tercihleri yapıyoruz, ömrümüzün dostunu o üniversitede buluyoruz, hatta öyle ki o üniversiteye girdiğimizde “aşk”ı da alıp cebimize koyuyor, o üniversiteden geldiğimiz gibi tek değil artık 3-4-5 olarak çıkıyoruz…
Çalışmaya başlıyoruz, öğrenciliğimizin kıymetini anlıyoruz. Bazı şeylerin cümlelerini duymakla değil yaşanmakla anlaşılabileceğini daha da iyi anlıyoruz. Keşke üniversitede olsam diye mız mızlanalarak kalkıp işe gidiyoruz..
Bir blog açıyoruz… Kendimizi döküyoruz yüreğimizi ortaya koyuyoruz, giyiniyoruz fotoğraflıyoruz yayınlıyoruz; birbirimizi eleştiriyoruz yorum gönderiyoruz takdir ediyoruz, farkında olmadan burda da bir hayat oluşturuyoruz ve belki de hayatımızın en gerçeklerini bulup buradan çıkartıyoruz…
*
Tesadüf diye bir şey yoktur diyorum her defasında.. Bazı şeyleri yaşamak için bazı şeyleri feda etmemiz lazım diyorum, farkında da olmasak…
Bazı şeyleri yaşamışsak ardından mutlaka başka bir şey gelecektir diyoruz…
Bu hayat bir zincir gibi. Her adım bir halka. Ve her halka birbirine bağlı. Arkadaki adım hep öndekinin mirasçısı…
O halkalardan Biri koparsa eğer…
Sevgiler…

Çarşamba, Şubat 02, 2011

TÜRKÜ....

Seni yerlerde göklerde bulamazlarken
Bende gizli olduğunu sezenler olmuş
Umudummuymuşsun yüreğimde..
Kımıl kımılmışsın bileklerimde?

Tomur tomur ter ışıl ışıl fer
Ellerimde gözbebeğimde..

Aramızda dağlar yollar yıllar var iken
Beni sana sımsıkı sarılı görenler olmuş
Sargın yaprakmışım dallarına
Yangın toprakmışım yağmurlarına

Türkü olmuşsun umudummuşsun
Sevdama yarınlarıma

http://www.dailymotion.com/video/xbcw26_beni-sana-symsyky-saryly-gorenler-o_music

OnYüzBin Tepecik...- Kar...-Soğuk...- Doğar ve ÖLÜRSÜN!!!!

Böyle bir şey işte hayat…
Doğarsınız büyürsünüz…
Okursunuz gelişirsiniz..
Kültürlenirsiniz kültür verirsiniz…
Günü gelir, ölüp gidersiniz…
Bu kadar basittir hayat. Belki bu 5 cümle fazla bile, yetebilir iki kelime; Doğar, Ölürsünüz!
*
Bi gece yüzünde çıkan binlerce irili ufaklı tepeciğe önce baya şaşırdı.
Yüzünde Bi gecede çıkan On Yüz Bin Tepecik...
Sonra hepsine tek tek birer isim verdi. Çok fazla isim yoktu sözlüğünde, sınırlı sayıda ve belirliydi.
Zaten elini attığı her tepecik ismini buluveriyordu. Onun çabalamasına da pek gerek yoktu…
Sabah uyandığında boynunun her yanına dağılmış kandamlalarını gördü.
Dokunmadan başını yukarı kaldırdı çenesinin altında boynunun solunda sağında, her yerine bulaşmıştı. Yastığına döndü baktı, hah! Tam isabet! O da kıpkırmızı olmuştu benek benek..
Yine de ellemeden devam etti aynada kendine bakmaya. Yatarken bunlar yoktu suratında, bi gecede nasıl çıktınız siz böyle nerden geldiniz yerleştiniz böyle be diye alay etti tepeciklerle.
İsim verdi tek tek hepsine..
Birine dokundu.. Pıt…
Diğerine dokundu.. Pıt..
Tek tek hepsine dokundu. Tek tek, pıt pıt…
Acı pek hissetmediğini fark etti.
Kendini durdurup aynaya bi daha baktı.
Evet işte tam da bu!!
Her tepecik bir yanar dağa dönüşmüş gibiydi artık. Lav kusuyorlardı ateş püskürüyorlardı.
Hah! Tam da istediğin gibi ve tam da dediğin gibi işte,
“Kalktığımı sandığım anda hooooooop çakılıverdim yere”.
Hah!
Hadi bay bay…
*
Sabah işe gitmek için apartmandan dışarıya çıktığında gözlerine inanamadı. Pencereden dışarıya bakardı her sabah ama bu sabah bakmamıştı; uyanır uyanmaz maillerine bakmış gerekli olanı cevaplamış üstünü giyinmiş ve dışarıya çıkmıştı. Kendisini 7tepelinin kedili sokaklarına bırakıvermişti. Ve gözlerine inanamadı. Lapa lapa kar yağıyordu. Daha dün akşam konuşmamışlar mıydı “ 7tepeliye kar yağmıyor artık; oysa ne kadar da güzeldir Ortaköy sahilinden Anadolu yakasına bakmak ve Kız Kulesi’ne bakarak hayallere dalmak, huzuru bulmak, hoş olmak” diye.
Bu şehre kar yağmıyordu işte. Soğuk oluyordu yalnızca, buz gibi bir soğuk. Nefes alırken insanın burnuna kar kokusu geliyordu ama sadece soğuğu hissediyordu insan; başka bir şeyi değil.
Bir sonbahar gününün öğle vakitlerinde dünyaya gelmiş biriydi o ve doğduğu gün yağmur yağıyormuş. Bu mevsim yere düşen sarı yaprakların, yapraklarını kaybetmiş kurumuş ağaçların, kenarları sararmış yolların, aşkın ama hep hüznün mevsimidir, hüzünlüdür bu mevsim… Yağmuru da değil aslında güneşi sever hep. Sararmış yaprakların üzerine basarken çıkan sesi dinlerken, başını kaldırdığında güneşin güz parıltısıyla kamaşsın ister gözleri, ısınsın ister yüreği… Son bahar hüzünlüdür…
Son baharda bir gün dünyaya gelmiş olsa da her mevsimi severdi ama soğuğu ayrı bir severdi. Dışarıda üşümeyi, “soğuk” kokusu almayı, eve gelip kendini ısıtmaya çalışmayı… severdi bunları.. Soğukta insanlar daha sıcak olurlardı, yollarda kol kola girerler daha yüksek sesle konuşurlardı. Hızlı hızlı yürürken ısınırlar, birbirlerini ısıtırlardı. Soğuk, acı olsa da; güzeldi ve o soğuğu severdi. Her soğukta kendi kendini ısıtmak zorunda kalsa ve sadece kendi adımlarının sesini duysa da, o soğukları severdi….
Tesadüf diye bir şey yoktur…
İmkansız diye bir şey yoktur..
Bu şehre kar yağmaz… Ama birileri isterse; yağar işte…
*
İşte bu kadar; Doğar ve ölürsün…
Bi de “yaşarken ölmek” dediğimiz şey vardır. Aslında öyle bir şey yoktur, ama vardır…
Yaşarken ölmek dediğimiz şey mi derindir, doğarsın ölürsün dediğimiz gerçek mi?
Aslında fazla edebiyata da gerek yoktur..
Bu hayatı herkes farklı farklı yaşar, herkes farklı koşar.. Ama her şey basittir bu kadar işte;
Doğar ve ölürsünüz…

Mutlu Hayatlar….

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...