Pazar, Temmuz 09, 2017

Bir SELA verildi, ben neler yazdım...

Sabah ezanlarında, köpek ulumalarından korkarım ben.

Sokaklar boş, daha güneş doğmamış, ezan verilirken bisürü köpek ulumasını sevmem... uğursuz gelir. Ki bu konuyla ilgili çok açıklama yapanlar oldu. Köpekler neden uluyor ezan okunurken, ve sabah ezanından neden korkmamalıyım, bir sürü şey dinledim..
Mantıklı gelse de insana, bazı anıları silemiyorsunuz hafızanızdan.

Zihin böyle bir şey. Anılarımızla nesneleri birleştiriyoruz bütünleştiriyoruz. O nesneyi o sesi o kokuyu duyduğumuzda o anımız da canlanıyor hafızamızda.

Lise birinci sınıftaydım ben. Bir sabah ezanındaki birsürü köpek ulumasından korktuğumu ve yorganın altına saklandığımı hatırlıyorum. Öğle vakti de olmamıştı ki babamın babanesinin ölüm haberini aldık. 107 yaşında öldü. Hesaplamıştık, 107ydi sanırım. Yaşayan bir efsaneydi. Onu ziyarete gittiğinizde asla eli boş çıkmazdınız odasından. Çekmecesinde verilecek mutlaka bir portakalı, akide şekeri olurdu. Çekmeceyi açar, şekeri parmaklarının ucuyla tutup uzatırdı. Dünyanın en kıymetli şeylerinden biri, bir çocuğu sevindirmek...
Varlığında, evimiz dolar taşardı bayramlarda. Aman yarabbi ne kalabalık ne coşku ne güzellik. Yokluğunda bayramların da tadı kaçtı. Issızlaştı dedemin evi. Gelen giden çekildi.
Büyükanne derdik ona. Kokusu burnumdan hiç gitmedi.

Pazar sabahı ne alaka şimdi bu yazdıklarım, iç kararttım resmen :)

Balkonda oturmuştum, evimizin önünde büyük bir camii var. Sela verilmeye başlandı. Derken bütün anılarım canlandı. Sabah verilen bu sela'ları da sevmem ben. O zaman da teyzem geliyor aklıma. Teyzem, Kara Osman'ın 6 haşin kızının en küçüğü.. Hepimizin en kıymetlisi... Bir aşk hikayesi onunkisi... Çok gençken kocasını aniden kaybetti... 2 yıl evinden hiç çıkmadı kimseyi görmek istemedi, telefonlarının fişini çekti.. 5yıl ölmek için dua etti, 2 oğluna rağmen. Sonra hastalandı kanser oldu. Bu sefer de ölmemek için direndi. Ama eşinin ölümünün 10.yılında o da öldü.. Gömüldükten bir kaç saat sonra mezarını ziyarete gittiğimizde, yanında yatan eşinin mezarından onun mezarına sanki onu saran bir kol edasıyla pembe güllerin uzandığını gördük.. İnanamadık... "Güllerle mi karşılamış onu" dedik hepimiz.. Bunu bana başkası anlatsa belki derdim ki "hadi ordan birisi dikmiştir o gülleri oraya". Ama aşka ve Allah'a inancınız varsa eğer böyle bir şeye inanabilirdiniz.

Samsun'da pembe duvarlı minik Köşkü'nde çok kalabalıktık. Bir sela verilmeye başladı. Dayım söyledi "Servet'in sela'sı" diye. O yüzden sevmem sabah sela'larını... Hatırlamak istemediğim anılarımı hatırlatıyor bana.

Önceden hiç ağlayamazdım ben.. Sürekli içime atar dururdum. İçime atmamam gerektiğini de çok acı bir tecrübe ile direkten döndüğümde anladım. O günden beri bi türlü tutamam kendimi. Biraz kabaca olcak ama ota boka ağlar oldum :) Hele ki bu sezon dizi finallerinde halimi görmeyin :)

O günden sonra herşey benim için çok daha hassas ama çok daha önemsiz oldu. Anladım ki hayatta hiç kimsenin aslında kendi hayatımızdan cok daha fazla değeri yok. Kendi hayatımız bittiğinde, bizde değerli olanlar da bitiyordu çünkü.
Ben nefes almıyorsam eğer, ne önemi vardı ki uğruna üzüldüklerimin, kafamı meşgul ettiklerimin.
O günden sonra salıverdim. "Hiç de umurumda değil, Banane yaaa"kalıbını çok daha sık kullanmaya başladım. İş hayatımı sorun etmekten vazgeçtim, birini bırakırdım Allah bir kapı açardı nasılsa... Beni üzmekten korkmayan insanların hepsini çıkardım hayatımdan. Öyle ya, birisini gerçekten seviyorsanız bu eşse dostsa arkadaşsa, neden üzesiniz onu. Ben de öyle yaptım. Beni üzenleri demiyorum, hayat bu, insanlar hata yaparlar, ama bir insan sizi ÜZMEKTEN KORKMUYORSA eğer, işte o insandan korkmak gerekti.. Ben de o insanları hayatımdan tek tek değil, topluca, bir çırpıda çıkardım. Elimde avucumda azıcık insan kaldı. Gerçekten azıcık. Ama birlikteyken beni güldüren insanlar kaldı. Üzüldüğümü gördüklerinde çok üzülenler, üzülmeyeyim diye elinden geleni yapanlar kaldı. İyi de oldu. Nerde çokluk, pardon ama orda bokluk, diye boşuna dememişler.

Kendimi birilerinden korumayı çok geç öğrendim. Ama öğrendim.
Verilen sela'larda ağladığımı görüp de dalga geçenlerle değil, içimi görenlerle hayatımı devam ettirmem gerektiğini öğrendim.
Ben iyiysem zaten herkes iyidir, ama ben tırnaklarımı çıkardığımda da iyi kalmaya devam edebilenlerle devam etmem gerektiğini öğrendim.

Öğle namazı vaktinde burada bir cenaze olacakmış. Hoca öyle dedi.
Ben balkondan onlar aşağıdan, kapalı, uzun, üzeri yeşil örtülü, ucunda baş örtü olan bir kutuya karşı, hayatın gerçeğine bakarız birlikte.

Hep derim ya, Değer vermekle Kıymet bilmek arasında büyük fark vardır diye

Hayat kısa, kuşlar uçuyor...

Sevgiler,
Pınar


Salı, Haziran 20, 2017

bir yorum nelere kadir.... :)

Selamlar herkese :)

Uzun zaman üzerine ilk defa girip yorumlarıma bi bakayım dedim ki HANDAN'IN yorumu ile yazmaya karar verdim.

"Bir aydır ses çıkmıyor tozlanmış buralar" yazmış... Vallahi öyle.. Bazı yoğun dönemlerde her işi aynı anda götüremeyebiliyorum. Aslında daha önce böyle değildi. Yani ben gençken :P
İşe başladığım ilk yıllarda düzenli olarak her sabah girer yazardım. Hatta özellikle sabah yazılarını okumaya girenler bile vardı. Sonra iş değişikliği, yoğunlaşan hayat temposu, büyük değişiklikler vs bi aksama oldu.

Sonra yine yeni bir iş ve tam anlamıyla değişen bir yeni hayat, kendi evime adapte olmaya çalışmak, işi götürmek vs. derken bayaca aksattım bazı alışkanlıklarımı...

Ramazan bereketiyle bol bol misafirler ağırlıyor evimiz. Sofraları sunumlarımı instastory ve snapchat üzerinden paylaşmıştım. Bu hafta tüm bu misafirlerden bayaca yorulduğumu ama hala "hangi güne kimi alsak" diye planlar yaptığımızı fark ettim, mesela perşembe gününe yine misafirim var :)))

Misafir evin bereketi. Annemle babamdan öyle gördüm. Evlenmeden önce de misafirlerimiz hiç eksik olmazdı. Annemin sofraları hep çok özenli hep bereketli olurdu. Gelenler hep memnun, keyif alıp giderlerdi evlerine. Biz de zevk alırdık. Annem misafir ağırlarken o kadar hevesli o kadar mutlu olurdu ki, "Bu kadın nereden buluyor bu enerjiyi" diye düşünürdüm küçükken. :)

Aynı enerji bana da geçmiş farkında olmadan.

Evlendikten sonra içimden bir başka Pınar fırladı resmen :) Anasına bak kızını al, diye boşuna demiyorlarmış, kendimde deneyimledim ve gördüm :))

Anneme hep yardımcı olurdum ben olabildiğim kadar. Lise üniversite derken annem benden yapamayacağım ya da beni ekstra yoracak şeyleri yapmamı istemezdi. Sofrayı kurup kaldırsam yeterdi ona. Öyle de oldu hep. Mesela evlenmeden önce yaptığım ilk pilav tam tamına 10 kişiye yeterdi en az. 15 bile olabilir :) ayarı tutturamayıp o kadar çok pilav yapmıştım. İlk makarnamda suyuyla elimi yakmıştım, ilk yumurta kırışımda kabuğunu içine düşürmüştüm vs vs.
Evlenince arayıp çok sordum anneme, tuz ne kadar koyulur, et nasıl pişirilir vs vs.
1Aylık evliyken 10 kişilik misafir ekibi ağırladım. Şimdi yılların kadınları için bu cümle "eee ne var bunda" dedirtebilir ama benim için çok şeydi.

Ben evlenecektim bi de üstüne yemek  yapıp o kadar misafir ağırlayacaktım, inanılacak gibi değildi ki uzunca bir süre kardeşim, kocamın bir gün zehirleneceğini düşündü ama hiç de öyle olmadı. Happır huppur götürdü valla yemekleri, hala da götürmeye devam ediyor :) 1 yılı geçti şimdi evliliğimiz. Mutfak konusunda baya pratikleştiğimi söyleyebilirim :) misafir ağırlamak çok zevkli bir işmiş :)

Annemden almışım demek ki göre göre...
Evimize gelenler hep çok keyifli gelirler ve giderler. Biz de elimizden geldiğince iyi ağırlamaya çalışırız tabiki.

Ama hala inanamadığım doğrudur. Babamın prenses kızıydım ya ben :) süslenip püslenip gezmelere giderdim. Sabah okula gitmek için çıkar, akşam eve 9dan önce girmezdim. :) maaşı alırdım, Dicle'yle alışverişe, Elçin'le akşam yemeklerine, oohh :)
şimdi öyle olmuyor tabi, sorumluluk var şekerim :)

Ramazan sofralarından nerelere getiririm konuları bööyleeeeeeee :)))))) Biraz daha yazmaya devam edersem tüm gençlik anılarımla burada ifşa olacağım :) gerek yok :)

Ramazan ayını seviyorum.. Ev bereketli, ağzımızın tadına çok şükür... Keşke her günümüz ramazan bereketiyle, keyfiyle geçse... :)

Ben bu yazıdan sonra ne zaman gelebilirim bilemiyorum ama, herkese şimdiden iyi bayramlar..

Herkese kucak dolusu sevgiler :)

snapchat: pinarustundag

Cuma, Nisan 07, 2017

öneriler, sitemler, sevgiler postu...

Herkese merhaba.. :)

Bu baya karışık bir post olacak baştan söyleyeyim. Denemeye karar verdiğim 1-2 şeyi gösterip fikir almak niyetim, bazen sitemler bazen sevgiler de göndermek emelim.. :)

o zaman başlayalım efenim.. :)

öncelikli olarak, evliliğimizin 1.yılını doldurmuş bulunmaktayız. en riskli dönem ilk 2 yıl, 5.yıl ve 10.yıl diye okumuştum, eğer böyle bir gerçeklik var ise, ilk risk grubunun yarısını geçmiş bulunuyoruz. darısı diğer risk gruplarının başına.. :)

Biz evlenirken oldukça fazla kişi yanımızda oldu, manevi desteklerini esirgemediler sağ olsunlar.. Özellikle arkadaşlarım Dicle ve Elçin, artık onlara arkadaş demek de büyük haksızlık gerçi, kardeş abla sırdaş, bir çok şey aslında her şeyler.
Özellikle Bakırköy'deki komşularımız, çeyizimi benimle birlikte düzen hatta ben işteyken bile gezip bana fotoğraflar atarak eksikler tamamlayan, Emine ablam ve Gülçin ablam,
Atalay ve Ayşenur'un evine gittiğimizde saat 9 olmadan kalkmak zorunda olmalarımız ve "hadi artık evlenin de şu külkedisi olayı bitsin artık" esprileri de bence unutulmaz (çünkü babam ararsa fırçayı yer ve balkabağına dönerdi masal, yaş 30 olsa da babama göre kim bilir yaşım kaçtı)
Annemi, ailemi bu konuda teşekkür için yazmak istemiyorum bile, hele ki anneme teşekkürler az kalır, hem kendim için hem eşim için, ikimize desteğini unutmak mümkün değil, başkalarıyla kıyaslamak, karşılaştırmak, aynı kefeye koymak mümkün değil, eminim tüm anneler kızlarının yanındadır bu süreçte ama, maddi manevi bitmek bilmeyen desteğiyle, annem iyiki vardı yanımızda..
Ve tabiki Fatih'in en yakın arkadaşı TEKİN'e de sevgileri iletmek farz...
Gelin ayakkabımı kendisiyle almış olduğumu düşünürsek eğer ki şu anımızı unutamam asla;

Düğüne kalmış bir kaç gün, herşey tamam, gelin ayakkabım yok! Çıktık arıyoruz, her girdiğimiz mağazada eline ayakkabıları alıp "Yenge bu nasıl, yenge bu olur mu?" olmaz diyişlerimde de ısrar etmeden, hadi çıkalım ozaman diyip koca Bakırköy'ü gezdi benimle. "Bunların hiçbiri olmaz Tekin ben taşlı ayakkabı istiyorum" dedim,
"Sen prenses ayakkabısı istiyorsun" dedi
"Evet"
"Prensesi bulduk ayakkabıyı da alıcaz yani" dediğinde üçümüz de çok gülmüştük.
Neyse ki en son girdiğimiz yerde o "Prenses Ayakkabısı"nı bulduk. Ayakkabıyı göstermek isterdim ama çok derinlerde bir yerlerde kendisi, Bakırköy'deki Özgiray Pasajı'ndan almıştık sanıyorum. İnanılmaz uygun bir fiyata aldığımız o ayakkabıyı tüm gün giydim kuaförden çıktığım andan itibaren fotoğraf çekimine ve gecenin sonuna kadar, ayağımı ne vurdu ne acıttı. Düğünün son bir kaç dakikasında artık oynamaktan azıcık tabanlarım ağrımaya başladı ama iyiki onları almışım.. :)

bu güzel anıyı da araya sıkıştırdım; düğün sürecinde bize yardım edenler aynı şekilde yıldönümümüzde aradılar, mesaj attılar.. Yürekten bizle oldular yine...

Kocaman sevgiler...

1.Yılımızı yeni evimizde doldurduk çünkü geçen hafta taşındık. İşe uzak ev, İstanbul'da büyük mesele, yaşayanlar bilirler, o yüzden biz de yer değişikliği yapmak durumunda kaldık, gün içinde yolda harcadığımız mesafeyi aza indirgemek için.. Ve bu taşınma sürecinde, bazı insanların hayatımdaki değerlerini yine sorguladım...
Hiçkimseden bir beklentim, beklentimiz yoktu elbette bu kararı alırken, ama ÇOK yakın diye tabir edilebilecek kişilerden bir telefon bile almamak, büyük hayal kırıklığı yaşattı desem yerinde olur. Diyeceksiniz ki hayat senin hayatın, herkes seni aramak sormak zorunda mı?
Bu hayatta, verdiklerimin yaptıklarımın karşılığını beklemem gerektiğini 4 yıl önce acı bir şekilde öğrendim. karşılıksız emek, emek olmaktan çıkıp üzüntüye dönüşüyor bunu öğrendim... bu yüzden, yaptıklarımın aynısını değil belki ama yaptığım değerin karşılığını görmek ve verdiğim değere layık olup olmadıklarına da karar vermeyi seçtim...

böyle...

nekadar ekmek o kadar köfte meselesi çok yerinde...

Susmayı bırakmadım hala, içimde tuttuklarım söylemediklerim var, herkes kendi değerini kendi ettiğiyle belirler. Günler öncesinden böyle bir stres içinde olduğumuzu bilenlerin "allah yardımcınız olsun" telefonunu esirgeyişlerini maruz göremeyeceğim gibi, herşey bittikten sonra arayıp da "eee yerleştiniz mi" telefonlarına, meraklarına aldırış edemeyeceğim.. iş işten geçtikten sonra yapılanların ve söylenenlerin benim için hiç bir önemi yok.

üzgünüm, üzerini çizdiklerime kocaman sitemler...


uzun süredir hafta sonları çalışıyoruz ki bu cumartesi de o hafta sonlarından biri, snapchat üzerinden takip edenler yoğunluğumu görüyorlardır. Bu gün de erken çıkış günü olduğu için biraz AVM dolaştım, denemek için bir kaç parça şey aldım gratis'ten..  






Birincisi bu, URBAN'ın COLLAGEN içerikli saç bakım spreyi. Ben uzun süredir ELİDOR'un spreyini kullanıyordum, taramaya baya yardımcı oluyor ama sanki artık beklentimi karşılamıyormuş gibi hissediyorum, ben de bunu denemeye karar verdim, bilemiyorum kullananlar var mıdır ama, deneyelim bakalım nasılmış :)










ikincisi bu maskeler
aslında bunları "hadi bi deneyelim" bakalım diyip aldım. Her gün makyaj yapınca biraz yıpranıyor cilt. Ekstra rahatlatıcı bir şeyler gerekiyor ki ben nemlendiriciler, su bazlı temizleyiciler ve serumlar kullansam da makyaj altından pul pul kurumaya başladı yüzüm. Bir duş sonrası bi deneyeceğim bunları da, bilemiyorum nasıl tepki verecek yüzüm ama, bakcaz bakalım.. :)













üçüncüsü, LOREAL- TRUE MATCH FOUNDATİON.
Aslında normalde fondötenden ziyade, nemlendirici üzerine biraz bronzer kullanarak günü geçirmeye çalışırım ama bu araki yoğunluk ve yorgunluğa çare biraz daha aydınlanmak diye, evdeki CLARİNS fondötenime dadandım ama ya yüzümün yorgunluğundan ya da artık cildime oturmadığından, sebebini bulamadım henüz, topaklanmaya başladı gayet memnun olduğum halde. özel bir gecede kullanmak üzere hala aşırı memnunum ama süresi şöyle bir 8 saati geçince toplanıyor, o yüzden onu da kullanmamak ve günlük kullanıma uygun olacak su bazlı bir ürün araştırıp bunu buldum ve denemeye karar verdim. Neler olacak bilemiyorum. Sabah olunca göreceğiz... :)





ve hala okunmayı bekleyen kitabım...
LİVANELİ- HUZURSUZLUK
Livaneli kitaplarını oldukça seviyorum ki SERENAD ve KARDEŞİMİN HİKAYESİ beni inanılmaz etkilemişti. Bu da o ölçüde etkileyecek bilsem de bi türlü fırsat bulamıyorum. Şu sıralarki moodum MİSKİN KEDİ.. :) işe git, eve gel, yemek yap, ye, koltukta uyuyakal...




Böyle biraz karışık bir post oldu ama idare ederiz sanki :)

bir de güzel youtube kanalı önerisiyle bu postu bitirelim

sevgiler dileyelim...

ThePianoGuys adlı youtube kanalı için burayı tıklayabilirsiniz.. sevgiler, selamlar....






















Salı, Mart 21, 2017

Yaşam Enerjim...


Şu sıralar sosyal medya konusunda bir pasifim... (snapchat hariç)
instastory de var ama orası bana işin daha resmi tarafı gibi geliyor :) orada saçmalarsak AYIP olur gibi :)) snapchat, bu işin daha eğlenceli tarafı. :) seviyorum orayı :) (snapchat: pinarustundag)




youtube a video yapmak ise gerçekten büyük mesai istiyor. çekmesi ayrı montajı ayrı bir iş, bu kadar yoğunluğun içinde açıkçası birazcık zor, ama imkansız da değil :)




mart geldi artık herkesler bir bahar havasına girdi derken İstanbul'da soğudu yine, yağmurlar falan... bu aralar da iş yerimizdeki fazla yoğunluktan arada sıkışan tek pazar gününü Uludağ'da değerlendirdim. sezonu da böylece kapatmış olduk :)


artık bir sonraki şehir dışı kaçamağım ne zaman olur bilemiyorum ama enteresan bir özelliğim olduğunu tekrar fark ettim.




benim dinlenmek gibi bir kavramım yok hayatımda. yani, pazar gününü evde oturarak dinlenerek de pekala geçirebilirdim ki geçen hafta oldukça yoğun ve cumartesi günü de oldukça uzun bir terapi eğitimim vardı, buna rağmen pazar sabahı 03.30 da uyanıp resmen Uludağ'a gittim.




döndüğümde neler oldu_




sanki koca hafta çalışan ben değildim, sanki önümüzdeki hafta full çalışacak olan da ben değildim, sanki o yorgun bezgin olan kadın ben değilmişim gibi pazartesi sabahına sanki tüm haftasonu uludağ da zaman geçirmişim gibi uyandım.




benim yaşam enerjim buradan besleniyor sanırım



dinlenmek vücudumuzun beynimizin ihtiyacı olan bir şey kabul ediyorum. ancak tam bir günü yatağın içinde koltuğun üzerinde televizyon izleyerek kitap okuyarak geçirmek bana boşa geçirilmiş zaman gibi geliyor.



iş yoğunluğundan sıyrılmak, kafayı birazcık dağıtmak için tüm bunların dışında bir şeyler yapmak gerek bana göre...


tüm hafta yapmadığım bir şeyler yapmak...
oturmak değil, yürümek, eğlenmek, kaymak..
kitap defter görmek değil, güneş çim doğa kar dağ bol oksijen çam görmek...



pazar günü kayarken kendi kendime tepeden aşağı baktım, hava buzzz kar yağıyor, dedim ki Pınar ne işin var senin burada?
sonra kendi kendimi cevapladım, dünyaya bir kere geldim madem, en güzel şekilde yaşamam gerek.. kar yüzüme çarpa çarpa kaydım, oh canıma değsin, o soğuktan sonra içeri girip içtiğim o çay var ya, of of of :) ne kıymetlidir o çay ne kıymetliiii :)))



bu benim bakış açım..



öyle zamanlarım oluyor ki akşam 9da koltukta uyuyakalıyorum. o kadar yorgun oluyorum. bu da hayatımın bir rutini. çünkü ben "uyuyakalmak" olayını da seviyorum :)
yatağa gidip yatıp uyumayı beklemektense, tv izlerken, kitap okurken, telefonla oynarken uyuyakalmayı seviyorum.
sabah olunca kocama "biz gece kaçta yattık" diye sormak bana hoş geliyor :) (bişeyler de benim kontrolüm dışında olsun ama dimi :) )



az evvel dışarısının ışıl ışıl olduğunu gördüm. iş yerimdeki odamın dışarıya açılan bir penceresi yok, gün ışığını görmek çok zor, dolayısıyla mesai bitimini heyecanla bekleyenlerdenim şuanda :)


bu aralar hayatımızda çok başka hareketlilikler var...
yoğunluk çok
yapacak iş çok
vakit yok :)



youtube da paylaştığım evlilik süreci tavsiyeleri videomda, düğün sonrası her şey bittiğinde yorgunluktan muşmulaya dönmüştük demiştim, sanırım şuanki iş yoğunluğumuz bittiğinde de aynı şekilde muşmulaya dönmüş olacağız :)))



geçen sene bu zamanlar, bahara doğru giderken başlıklı yazılar yazıyordum :)
benim baharım geldi ömrüme de, sene bile katladık üzerine... :)



arkadaşlar hayat çok güzel...
her anını içimize sindire sindire yaşamak gerek...


dinleniyorsak; dinlendiğimizi hissederek,
eğleniyorsak; eğlendiğimizi hissederek,
seviyorsak; hissederek




nefes alıyorsak Ya RAB, ŞÜKÜRLERLE, MİNNETLE....




Rabbim her birimizin ömür yazısını tekrar yaşamak isteyeceğimiz kadar güzel yazsın...




hadi size bir de çok sevdiğim türkülerden birini göndereyim.... her dinlediğimde hoşuma gider, her dinlediğimde farklı şeyler hatırlatır... ama bu türküyü en güzel bizim bıdık kuzen RIDVAN söyler... galata köprüsünde sahne alıyor, Star Balık'ta... ney sesini severseniz, gidin dinleyin ;)))))


Pazartesi, Mart 13, 2017

BİLECİK GÖLPAZARI KURŞUNLU KÖYÜ

Sizlere bir başarı öyküsünden bahsetmek isterim.


BEDRİYE BERBER ENGİN,


BİLECİK şehrimizin GÖLPAZARI'na bağlı KURŞUNLU KÖYÜ'nde yaşıyor. Aslında göçmen.


Hayatı boyunca az dizi izlemiş, çok kitap okumuş. Okuduğu kitapları da öyle gidip kitapçılardan değil, kütüphaneden almış. Ve okuduğu kitap sayısı tescillenerek SIRADIŞI OKUR ÖDÜLÜ almış. Bu ödülü aldığında haberi bile yokmuş ki dönemin kültür bakanları vasıtasıyla kendisine ulaşılmış. Sonrasında asıl macerası başlamış.




EKOTURİZM, EKOTARIM sözcüklerini kitaplardan öğrenerek köyünün güzelliklerini insanlarla paylaşmaya karar vermiş.  4yılı aşkın bir süredir tur şirketleri bu köye haftasonu ve günübirlik turlar düzenliyor.




tüm süreç içerisinde, köy evlerinde kalıyorsunuz, doğal, odun ateşinde pişen yemekler yiyorsunuz, eğleniyorsunuz ve kocaman bir samimiyetle tüm bunlar size yaşatılıyor.




Biz ilk başta gittiğimizde "burada ne işimiz var" diye düşündük ama dönerken gerçekten güzel anılar biriktirmiştik, çok gülmüştük, ve büyük bir çabaya şahitlik etmiştik.


BEDRİYE BERBER ENGİN, olarak facebook sayfasından ekleyebilirsiniz...


Kaldığımız evi ve yaptıklarımızı aşağıdaki videoda anlattım.. Canlı canlı izleyebilirsiniz :)




KÖY GEZİMİZİ BU LİNKTEN İZLEYEBİLİRSİNİZ. BEĞEN VE ABONE OL BUTONLARINI DA UNUTMAYIN :) SEVGİLER, PINAR.... 













Çarşamba, Mart 08, 2017

8 Mart yazısı

Bugün 8 mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü 
Bugün aslında bir anış, çoğu zaman bir haykırış gibi. Ağır ağır beklediğimiz, kadınım diye gururlandığımız bir gün.  Hikayesine kadar acı olsa da, bu sebepten dolayı kutlamayan, bu günü özel saymayan tanıdıklarınız vardır mutlaka benim gibi.
Uluslararası olarak kabul gören bir tarihin anılmasında, bu günün çiçeklerle taçlandırılmasına karşı değilim. Ve bu yazımda, kadın olmak ne demek, onu yazmayacağım…  
Bir kadını anlatacağım... 
***** 
Tek başıma kendi ayaklarımın üzerinde durabileceğime inancım tam. Hayatımı idame edebilme, hedeflerimi gerçekleştirebilme, yeni hayaller umutlar besleyebilme konusunda gücüm de tam. 
Ben, kardeşimin doğumu ile birlikte sanki 4 yaşımda değildim de bir den 24 yaşımda falan oldum. Onu küçücük boyumla ayağımda salladım, uyuttum, besledim. Annemle babam dernek toplantılarına katılırken bizi ananeme babanemebırakırlardı. Kardeşim bi tek benimle uyurdu. Sanki etim budum neydi.  
4 yaşımdaydım daha ; “sevgi vermek” ne demek, yaşayarak öğrendiğimde. 
Sonraailemdeki misyonum hep toparlayan, dinleyen, ara bulan, idare eden; ortada hep tampon olan, “ailenin ilk çocuğu ve güçlü kızı”. 
20 yaşıma kadar çok da kolay bir genç kızlık geçirdiğimi söyleyemeyeceğim. Açıkçası, Karadeniz’li  ve belli geleneksel tabuları olan bir ailenin içinde büyümek zordu. Üniversiteye girmek için resmen hırs yapmak, bunu başarmak zordu. Bir kızın yanında erkek “arkadaşlarının” olabileceğini kabul ettirmek zordu. Kendimi saydırmak, kabul ettirmek zordu. 
Ama oldu… 
En büyük desteğim ise hep Annem oldu. O bana hep en çok inanan yanım oldu. Ne yaparsam yapayım, o hep arkamda olurdu. 
Sonra ne zaman geçti, babam da artık beni kabullendi. 
Babam, belki de dünyanın en en en iyi babasıdır. Fedakardır. Çocuklarına kıymet vermeyi iyi bilir. Ama ona kendimi kanıtlamak, saydırmak çok çok zor oldu. He benden sonra büyüyen kız çocukları bi çok şeyi daha rahat yapabildiler. Çünkü benim attığım ilk imzalar, yeni devirlerin başlangıçları oldu. 
İlk işimi, kendim buldum kimsenin yardımı olmadan. Bizim sülalede “araya birini sokalım” mantığı çoktur. Ama ben böyle istemedim. 
Bulana kadar çok ağladım. Ben asla iş bulamayacağım diye çok parçaladım kendimi.
Sonra buldum. Aldığım maaşı duyanlar gülüyordu bana Jmalum ben, o kadar varlıklı bir ailenin kızıydım. Ne işim vardı onun bunun kapısında, bi de o maaşa! 
Sonra gel zaman git zaman, 32 yaşımın içindeyim ve 9.yılımı çalışıyorum. Derseniz 9 yılda ne yaptın? 
Kendime çok şey kattım. Çok okudum. İyi bir psikolog olmak için neler yapabilirim, araştırdım. Kendi kafama uygun harika bir dost buldum. Hatta onu üniversitede buldum. Bence üniversite hayatımın bana kattığı en güzel şey o. Dicle. Onunla birlikte çok eğitime gittik. Sabahın köründe gidip gece yarıları çıktığımız eğitimler… Gezip gördüğümüz yerler. Aldıklarımız, okuduklarımız, birlikte kaldığımız sınavlar… Onunla birlikte çok şey yaptık. Bence bir kadının hayatında çok iyi bir dostu olmalı! Mutlaka olmalı! 
Yemek yemeyi hep çok sevdim. Ama artık vücudumun dengesini korumayı biliyorum. Hayatımın o “…..’dan sonra” kısmı içerisinde, kendi kıymetimi daha iyi bilmeyi öğrendim. Çok susardım, konuşmayı öğrendim. Kendimi savunmayı öğrendim. Sevmediklerimi zorla sevmek zorunda olmadığımı öğrendim. 
Yaşı kaç olursa olsun, kimsenin bana haksızlık yapmaya hakkı olmadığını öğrendim. 
Kendi başıma uzun kilometreler yapmayı öğrendim. 
Upuzun saçlarımı saniyede kestirmeye karar verdiğimde, sonuçlarına katlanabilmeyi öğrendim. 
İnsanları tanımayı öğrendim. Yabancı insanları idare etmeyi, iş yerine uyum sağlamayı öğrendim. 
Samimi ve dürüst olursam eğer çok sevilirsin, bunu biliyorum ama herkesin samimi ve dürüst olmadığını öğrendim.  
Güçlü olmayı öğrendim. 
Piknik yapmayı bi türlü sevemedim. 
Kalitenin “pahalı”dan ibaret olmadığını ama kaliteli mala da verilecek paraya acımamayı öğrendim. 
Kendi modamı kendi tarzımla yaratmayı öğrendim. 
Birilerinden bir şeyler öğrenmekten yüksünmemeyi öğrendim. 
32 yaşımın içindeyim… 
Hayattan beklentilerimi öğrendim. Fark ettim. Hayallerim çoktu, hedeflerim büyük değil ama ulaşılması güç hedeflerdi. Fark ettim. 
Bodrum, hep en sevdiğim tatil yerim… 
Sonra, bir adam sevdim. 30uma gelmiştim. Artık kimseyi sevmekle uğraşamam diyordum. Gezerim, görürüm, yazarım, çizerim, videolar fotoğraflar çekerim, iyi bir psikolog olur, hayallerimi gerçekleştiririm derken, bir adam sevdim. 
Hiç beklemediğim ve düşünmediğim bir anda, kısacık bir sürede, bir adam sevdim ve onunla evlendim. 
32 yıllık hayatım boyunca yaşadığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım. Ne verdiğim kararlardan, ne tanıdığım insanlardan, hiçbir şeyden…. Yaşadıysam eğer bir sebebi vardır mutlaka dedim. Rabbim işini bilir, bunu da gördüysek vardır bi hayır dedim hep. 
Fatih, benim hayatımda verdiğim en hayati önemi olan, en hızlı ve en güzel kararım. Bir adamla evleniyorsun be kadın! Kolay mı, bi otur düşün, bi tart biç. 
Hep şuna inanırım, (istisnalar mutlaka vardır), ilk izlenim her zaman önemlidir. yeter ki karşımızdakini iyi GÖREBİLELİM, iyi DUYABİLELİM.
Belki de ben bu açıdan şanslı olan taraftım… 
32 yaşımdayım. Çalışmaktan asla gocunmayan, gezmekten yemekten zevk alan, paranın hesabını yapan ama pintilik yapmayan, hayata hayran ve kocama çok aşık bir kadınım! 
Nişanlıyken bir tanıdığım demişti ki, “aşık olduğunu bu kadar belli etme, adam şımarıp kaçar valla”. Çok şaşırmıştım bunu duyduğuma. 
Çok seviyorum diye neden kaçsın NORMAL BİR Adam??
Bana göre kadın, gülümsemeliydi, gülümsetmeliydi. Mutlu etmeliydi. Sevilmeliydi. Sevmeliydi. 
Babam, evliliğimin 2. Haftasında şöyle demişti, hiç unutmam, 
……Sen başarılı bir kadınsın. Etrafına ışık saçıyorsun. Şimdi bunu kocana yapacaksın. Sen gülümsemenle ışık saçacaksın, aydınlatacaksın. Sen surat asan değil, mutluluk saçan olacaksın……..” 
Bu yüzden ben hep bağıra çağıra sevdim kocamı. Hiç kimseyi umursamadan, kendi anamdan babamdan, onun anasından babasından, çekinmeden, utanamdanebebimden ahlakımdan da taviz vermeden, avaz avaz sevdim kocamı. 
Bu gün, iş yerine bir paket geldi kendisinden. İçindeki notu okuduğumda “iyi ki” dedim yine. 
32 yaşımdayım.
Çok uğraşıp çok şey başardım bu zamana kadar.
Çok zorlandım kendimi saydırana kadar. 
Çok istediğim bölümü okudum. 
Çok istediğim yerlerde çalıştım. 
Çok istediğim hedeflerim var. 
Çok güzel bir iki kişilik ailem var. 
Ben, şanslı bir kadınım! 
Mutlu bir kadınım! 

Her kadının, adamın, her insanın mutlu olmayı hak ettiğini de düşünmüyorum. Mutluluk dediğiniz şey, oturduğunuz yere özel servis edilmiyor. Nasıl ki yaşamak için yediğimize, içtiğimize dikkat ediyoruz, mutlu olmak için de DUYGU’ya dikkat etmek gerek, hareketlere dikkat etmek gerek….
Kuru kuruya sevmek yetmez, evlilik mesai ister, demişti ÜSTÜN DÖKMEN bir söyleşisinde..
Aynen öyle… 
Kuru kuruya yaşamak yetmez, mesai harcamak gerek. 

tabii ki her şeyin başında; hayat diye, sınav diye bir şey de var... 

Not: Bu yazı hangi şart ve koşulda yaşayan tüm kadınlar, insanlar için geçerli değil elbette. Hepimizin yaşam şartları farklı, belki ağır belki harika… herkesin hayatı pembe değil, biliyorum, ben de pembe bir yazı yazmadım. Ama kırılan, alınan varsa eğer; amacım kırmak kızdırmak yıkmak değil…

 bilginize
snapchat: pinarustundag
youtubekanalı için buraya tıklayabilirsiniz :)

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...