Pazartesi, Mart 29, 2010

Bekliyoruz....



uzun zaman üstüne yazıyorum, iş yerinden.. öylesine..
sadece motive olmak için belki de
ne biliyim..

sabah uyandığımda etraf zifiri karanlıktı. aslında her zaman kalktığım saatte kalkıyordum birşey değişmemişti ama çok karanlık ve çok soğuktu, aynen kış gibi..
saatlerimizi ileri aldık cumartesi gecesi. artık bahara hazırız aslında.. ve hazırlanmak istiyoruz yaza... ama gelemedi bahar bi türlü.. sanki bu sene mevsimleri olduğu gibi mi yaşıyoruz nedir ? kışın kış olduğunu hissettiğim bi kış mevsiminin sonlarındayken, baharı bekliyoruz, şuanda dışarıda şakır şakır yağmurla.. bir açıyor bir kapıyor hava.. arada bi gül yüzünü gösteriyor da sanki özletiyor, kaçıyor gidiyor, yağıyor yağdırıyor..
en çok sevdiğim mevsim baharlardır. ne çok soğuktur ne çok sıcak.. ne yapış yapış ne buz bumbuz.. kot ceketini çekip üstüne dışarıya çıkabilirsin. gözünde güneş gözlükleri üzerinde eşofmanların rahat rahat yürüyüş yapabilirsin. yazın denize girdiğin sahillerin keyfi anca bahar mevsiminde çıkartılır yanında en yakın arkadaşınla, ayağında spor ayakkabıların,bir pazar sabahında..
istiklalin keyfi bile daha güzel olur sanki.. bol gülücüklü bi yürüyüş olur meydandaaaann galataya.. fransız sokağı daha bi cıvıl cıvıl olur.. rengarenk minderlerle donatılmış kafelerin ortasından inerken merdivenlerle, kırmızı şarap kadehlerinin asaleti bile bi farklı gelir insanın gözüne..
hiç üşümeden hiç terlemeden oturabilirsin saatler starbucks'ın bahçesinde. muhabbet öyle bi sarar ki kahve içmeyi bile unutabilirsin.. :)
hadi diyip istanbul'un bir ucundan diğer ucuna gidebilirsin.. yola nasıl çıkmışsın, nasıl evinden uzaklaşmışsın anlamazsın bile..
daha ohooooooo bir sürü şeyi yaptırır bu bahar havası insana..
Şimdi farkettim birden, özlediğimiz şeylerden bi tanesi de kağıt helva arası dondurma..

Çok planlarımız var daha çokk..
O yüzden, Hadi Bahar Gel Artık...
İhtiyacımız var Sana... ;)

Pazar, Mart 14, 2010

:)


Biraz soğuk biraz baharımsı bir havayı yaşamış bir Pazar günün son 15 dakikası içinde yazıyorum bu yazıyı.. Bilmiyorum bu günü nasıl geçirdiniz, neredeydiniz, nasıl bir ruh hali içindeydiniz, en çok gülümsediniz mi yoksa somurttunuz mu, dinlendiniz mi gezdiniz mi, eğlendiniz mi sıkıldınız mı, öylesine bi Pazar günü müydü yoksa çok değişik bi Pazar günü müydü sizin için bilemiyorum ama haticeye değil neticeye bak derler ya, bu gün de bitti bitiyor işte.

Yarın yeni bir haftaya başlıyoruz ve umuyorum ki yataktan uyandığımızda hepimiz biraz olsun gülümseyerek uyanabiliriz, ya da yarın bizi gülümsetebilir diye umuyorum.

Gerçekten hayatımın en değişik Pazar günlerinden bi tanesini yaşadım bugün. Bir gün içinde bisürü duyguyu bir arada yaşadım, yaşadık. Gerginliği de, gönül almayı da, heyecanı da heyecanı paylaşmayı da, hepimiz için bir ilki hatta başlangıcı belki, ve eğlenceyi, ve neşeyi, ve gülümsemeyi, ve hüznü ve ardından bekleyişi.. yani karman çorman bi gün ama yine de gerçekten unutulmaz bi gün..

Son 10 dakika yarına..

Nasıl geçmiş olursa olsun, Pazar gününe yakışır bi şekilde girin yatağa.. dinlenme ve yarına bol enerjiyle uyanma umuduyla..

Gülümsemelere.. hatta kahkahalara…

İyi haftalar… :)

Cuma, Mart 12, 2010

hikaye


-Farklı suların akıntılarındayız artık, farklı akıntıların götürdüğü yerlerde. Birbirimizden bihaber yaşıyoruz. Ne sen ne ben, artık bu gerçeği değiştiremeyiz artık. Sen ona gittin, gitme dedim gittin. Bunu bize yapma, bunu hayatımıza, bunu sevdamıza yapma dedim.
Dinlemedin, sen gittin.


-Aklım hep sendeydi, biliyordun ben bi tek senindim. Elim kolum bağlandı. Birisinin benim yüzümden hayatından vazgeçecek olması ne demek, yaşayana kadar bilemezdim. Bunu yaşayana kadar bütün yarınlar bizimdi. Ama olmazdı, olamazdı. Bunu ona da yapamazdım. Onu ölü gibi görmüşken, ve bütün bunlar benim yüzümden onun başına gelmişken, bunu ona yapamazdım ki, yapamazdım…

-Evet bize yapabilirdin değil mi yapabilirdin?! Evet bunu bize yaptın. Bizi yarınlarımızı mahvettin. Sen beni sevgimizi sildin gittin. Koşa koşa ona gittin.

-Evet evet gittimmm!! Ama…
Bu senin kokun, senin kokunda hala benim kokum var. Onun sana dokunmasına dayanamam. İpek saçlarına dokunmasın, güzel gözlerine bakmasın. Kokuna kokusu karışmasın, yalvarırım, sana benden başkası dokunmasın.


-Hayır hayır lütfen. Bunu bana yapma. Ellerini gözlerime sürme, ellerinin sıcaklığını hissetmeyeli çok oldu. Sıcaklığından soğukluğuna terk ettin beni. Bunu bana yapma….
Gitmeseydin!!! Gitme dedim gittin. Artık hiçbir yalvarışının bir anlamı yok. Sen onu tercih ettin. Yalvarırcasına bakma bana, hiç bakma bana, yumuşatmaya çalışma içimi. Ne kadar da sevsem seni, ben artık onun sen de onunsun.. Lütfen git artık. Bu evi unut, bu yolu, bu kokuyu, unut. Bırakıp gitmeyi bildiğin gibi, unutmayı da bil. Git!


-Yapma lütfen, ben kendimden başka bi adam oldum, kendimi tanıyamıyorum, seni onun yanında düşündükçe aklımı oynatacak gibi oluyorum, ben benden gidiyorum

-Evet git lütfen artık! Çok uzadı lütfen git git giiiiiiiiiiiiittttt!!!!!!

Aradan bi kaç saat geçmişti. Yaklaşık 3 saat kadar. Kız, aşık olduğu adamı kovduğu kapının önüne yığılmış gibi oturmuş, gözünden hala yaşlar akıyordu. Konuştuklarını düşünüyordu. Onun bakışını, konuştukça, elini kolunu oynattıkça yüzüne vuran kokusunu, yalvarışını, pişmanlığını ama hepsinin yanında çaresizliğini.. Sonra terk edilişini. Terk edilişini düşününce gururu devreye giriyor, sinirleniyor daha da içi doluyordu doldukça taşıyor taştıkça ağlıyordu. Düşünüyor düşünüyor ağlıyor ağlıyor, içini daha da fena dağlıyordu.

Kapının önüne yığılmış kalmış orada, hiç kıpırdamadan gözlerini bir noktaya dikmiş oturuyordu. Bunu ona neden yapmıştı? Bunu kendilerine, sevgilerine neden yapmıştı? O kadın, bütün bunlara değer miydi? Ve daha birçok soru dolanıyordu kafasında. Ve duyduğu her çığlıkta her hıçkırışta, daha da yerin dibine batıyordu. Daha da kendisinden nefret ediyordu. Yok olmak istiyordu, ölmek gitmek bitmek istiyordu. Bitemiyordu. Bu bitememezlik daha da parçalıyordu içini. Ah keşke onu kollarının altına alabilseydi, keşke kokusu kokusuna karışabilseydi. Artık bunlar için çok geçti biliyordu. Biliyordu ama hala zamanı geri almak istiyordu. Bunu yapamayacağını bile bile zamanı geri almak istiyordu.
Alamıyordu. Yanıyordu. Ayağa kalktı. Gitmesi gereken yere istemeye istemeye, ağır ağır yürüdü.

Ayak seslerini duyduğunda fark etti onun saatlerdir kapının önünde durduğunu. Ayak seslerini dinledi, gittiğini fark etti. Boğazı acıyana kadar duymak istedi sesini. Banyoya gitti. Yüzünü yıkadı. Gidip gözlerine makyaj yaptı. Derken, kapı çaldı. Gidip kapıyı açtı. Ve kendi akıntısında yeni arkadaşıyla birlikte yaşamaya devam etti.

Çarşamba, Mart 10, 2010

Gönderilmemiş Mektuplar


Sayısını hatırlamadığım onlarca beyaz kağıt. Üzerinde hep “sana” yazılmış onlarca kelime. Onlarca cümle. Onlarca paragraf.
Neler düşünerek, neler hissederek yazdığımı şimdi bile hatırladığım hatta düşününce bile yaşadığım bir sürü yazı.
Sağ elimin zavallı parmakları, o zamanlar ne çok cefa çekmişlerdi ikimizin yüzünden. Benim yüzümden, çünkü o kalemi tutmayı,o yazıları yazmayı ben istiyordum; duramıyordum ki dökülüyordu birer birer.. damla damla dökülüyordu kağıda. Deniz derya oluyordu. Umman kadar derin, alabildiğine özgür oluyordu içim ve dökebildiklerim.
Senin yüzünden, çünkü bana bütün bunları yaşatan sendin. Senin yüzünden, çünkü ben sana aşıktım. Senin yüzünden, çünkü onlar sana yazılmıştı adam, sana.
Gün gelir de okursun ellerine alıp, ikimizin dokunduğu ortak bişeler olur, sana ait, ama ikimizin dokunduğu, ikimizin ellerinin kokusunun dokusunun olduğu, sadece ikimizin ellerinin değdiği bişeler olur; okudukça senin için benim içimi hisseder belki diye, belki ne yaşadığımı anlarsın, belki benim gözümden kendine bakarsın, belki senin gözünden baktığın gibi değil de daha öteki bir “ben”i görürsün diye..
Günü gelsin, ellerine alasın, okuyasın diye ne çok dualar ederek yazmıştım aslında. “sevda” nedir okuyasın diye, yaşamaktan vazgeçtin bari okuyabilesin diye,
Yüzüne haykıramadım, gözlerine dokunamadım, bi hoşça kal öpücüğü konduramadım diye, bütün hoşçakallarımı topladım, döktüm. Bütün dokunuşlarımı bütün haykırışlarımı, gözlerine öpücükleri topladım, döktüm.
Gün geldi..
Gönder onları bana, dedin. Artık sana yazılmış onlarca mektuptan haberin varken, okumak için sabırsızlandın. Neydi bu kadar çok yazılan şey, neydi bu kadar çok yazdıran şey. Ben ne kadar yazdıysam sen o kadar okumayı istedin. Ben yazdıktan sonra, sen istedikten sonra fark ettim ki
Ben onları hiç değmeyecek bi adama hiç değmeyecek bi aşşalığa yazmışım, koca bi sevdayı bi hayalet adama adamışım.
Anladım ki sen değil adına yazılan onca mektuba değil tek bir satıra bile değmezmişsin.
Anladım ki o mektupların her bir kelimesinin sadece bende, içimde saklı kalması gerek, ne senin ne bir başkasının eline geçmesin diye, içimdekileri Allahtan ve benden başka kimse bilmesin diye
Varsın yok edilsin, varsın kül edilsin.
Varsın mektuplar gönderilmesin…

İnsan olabilmeyi, yürekten anlayabilmeyi becerebilen bi adam olabilseydin eğer,
Bi parça da olsa “ah” diyebilseydin keşke,
o gözlerini kendi yörüngenden çıkıp dünyaya açabilseydin, ah keşke açabilseydin…
İnsansızlığından hep bu iflahsızlık,
Bu iflahsızlığım
Gönderilmemiş mektuplar,
Hep senin İNSANSIZLIĞINDAN…

sokak


Hava çok karanlıktı. Etraf çok sessiz. Havanın sesini dinlemek gibi bir şey var ya, öyle işte, bir de attığım adımlar benle birlikte. Ve gözle görülmeyecek binlerce düşünce. Her adımda birisi her adımda bir diğerinin önünde. Upuzundu ilk sokak. Uzun. Yürü yürü bitmiyor yürü yürü bitmiyor. Düşün düşün bitmiyor düşün düşün bitmiyor. Gerçekten ne kadar da uzunmuş oysa. Varamamıştım daha önce farkına. Sanki hemen sonu geliyordu sanki sonunu getiriyordum koşa koşa. Ama farklıydı şimdi işte, uzundu işte dediğim gibi.
Köşeyi dönünce daha uzun bi sokak daha geliyor. Yürüyorum. Bir ben, bir hava, bir de adımlarım. Ve gözle görülmeyen binlerce düşünce. Yürümek düşünmek ne kadar da güzelmiş oysa. Sessizlik karanlık ne kadar da güzel görünüyormuş aslında o kadar ürkütücülüğün yanında.
Köşeyi döndüm sağa doğru. Bu sokak güzel. Bu sokak çocukluğumun hatıralarından. Upuzun. Her iki yanında ağaçlar var, yol gittikçe sıra sıra ağaçlar, ağaçlar ilerledikçe upuzun yol. Sıra sıra dizilmiş ağaçların yanından birer birer yürüyorum. Ne kadar da küçüktüm buralardan korkarak yürüdüğüm zamanlarda. Şimdi çok büyüğüm? Yoo değilim aslında. Küçüğüm küçüğüm bakarsak yarına. Yarın düşününce bugünüm bile ne kadar çocuk gelecek bana.
Bu sokak, bu yol, ne kadar kalabalıktır aslında. Bizim sokağımız burası, hepimizin adımlarının izlerini taşıyan, bizim taşlı sokağımız, bizim sıra sıra ağaçlı yolumuz, havası bile “bizim” kokan sokağımız, yolumuz, caddemiz, mahallemiz. Hepimizin aslında bu yerler, kalabalığın, kalabalığımızın.
Ama o saatte, sadece benim. Bi yığın kalabalığa ait olsa da bu sokak gün ışığında, daha sabahın 6 buçuğunda, bi tek bana, bi tek ait bana.
Upuzun yol, benim..
Bu sokak, benim..
Duyduğum tek ses benim ayak seslerim..
Uzun sokağımızda, uzun sokağımda yalnızım, bir başımayım..
Uzun sokağımızda, uzun sokağımda galiba hiç bu kadar “kendim” olmamıştım.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...