Pazartesi, Mayıs 30, 2011

DENGESİZ GİBİ SANKİ....

Büyüyünce bir şeyler değişiyor galiba HAYAT içinde. Ya da büyüdüğümü sanınca değişiyor sanıyorum HAYAT’ın, ve ya da HAYAT KENDİNİN TA KENDİSİDİR, diye söylüyorsam o zaman büyüdükçe değişiyor KENDİM.
Öyle karışık bir durum söz konusu.. Mevcut… Mevzu bahis…
Neyi ne kadar sorguladığım neyi neyden ne kadar beklediğim ve ne kadar olmasını hissettiğim???
Yerinde duruyor mu diye yokladığım yüreğim ve arada bi ağrısıyla kendisinin varlığını hatırlatan beynim.
Ve tüm bu unutmuşluğun içinde daha çok düşünce ve daha çok duygusal çekişme..
Aslında monotona bağlamış ve yavaş yavaş süren bir koşturmaca telaşı içinde;
Her şeyi yoluna sokmaya çalışırken, aslında hiçbir şeyin yoluna girmediğini giremediğini ve giremeyeceğini düşünmek ve söylemek tek tek cümle cümle..
Daha sağlam basıyor ayaklarım yere, diye sanki çok büyümüşçesine vurmak yüzüne yüzüne,
Ve daha sonrasında; ben hala çok küçüğüm, gidecek çok yolum yapılacak çok işim var diye, bi Ton şey sırtlanmak daha 20lik omuzlarıma…
Aşkın şeklini değiştirmiş yaş, eli tutuşu, tene dokunuşu değiştirmiş,
Gülerken göz içi ışığı değişmiş gibi ve sanki daha durgun ve olgun, daha sağlam ama belki biraz yorgun,
Çalışılacak işin yetmediği tatmin etmediği, halbuki onu bulana kadar ne çileler çekildiği unutulmuş mu gibi,
Etrafındaki herkese bakmak, bakmak ve tasalanmak sonra tam tersi bi biçimde aldırmamak,
Herşey yolunda gitsin, herkes mutlu olsun diye istemek ve o hengame içinde kendi huzurundan vazgeçmek…
Belki…
Herşeyi daha çok kafaya takar olmuşum gibi, herşeyi daha çok düşünür olmuşum gibi ve daha çok sigara içip “hmm artık içime çekebiliyorum” diye kendi kendime düşünmek ve sonunda yine;
“bunu kendime neden yapıyorum ki” diye sorgulamak.
İlginç.. Ve ne kadar anlamsız..
Kalp kırıklıkları, can yanıkları, küllere dönüşmüş fotoğraflar, parçaları kalmış sararmış solmuş kurutulmuş yapraklar.
Kışı aratmayan bir haziranla birlikte şimdi;
Ben hala daha küçük müyüm neyim…

Çarşamba, Mayıs 11, 2011

küstüm oyanamıyorum...!!

Fedakarlığın sınırı neresidir acaba diye merak etmiyor değilim. Merak ediyor olsam da yapmaktan geri kalmadığımın farkında da değil değilim… Durmam gerektiği yerde çokça zaman durmadığımı; a pardon duramadığımı, hep ilk adımı atmak için can attığımı ama aslında bunu yapmamam gerektiğini; öğrenemedim öğrenemedim…

Yaşıma başıma bakmadan, hani şarkıda demişti ya kız “benim daha boyum kaç benim kilom kaç daha benim yaşım kaç?” diye, dönüp kendime sormadan birşeylere atlama huyum yok mu, otur işte kıçının üstünde be kız!!

Adını fedakarlık koyduğumuz şeyin adı bir zaman sonra ismin “-aptallık” halini alıyor; biliyorum, en azından bunu öğrendim. Öğrenmiş olmama rağmen aptal olmaktan geri kalmayan, kendisini hep ateşe atan, sonra eline avucuna öylece bakan ve sadece koca bir APTAL’dan başka bir şeyi kalmadığını anlayan bir aptaldan daha ötesi olmadığımı düşündüğüm zamanlarım, ey gidi zamanlarım.

Kendimi bu şekilde düşünürken acaba tek sebep ben miyim, aslında ben mi aptallaştırıyorum kendimi yoksa çok şey mi bekliyorum ki dünyadan? Çok fazla değil aslında da “DÜNYA”m, bellidir ismi ki mevcut bir elimde beş parmaaaam… Bir elimin beş parmağını geçmeyecek kadarcık insandan beklediklerim iki elimin on parmağından fazla olamaz ki, olamaz ki o kadar büyük ve bu kadar imkansız…
Bazı şeyler için gözümü karartmaya ve kendimi ateşe atmaya çok erken yaşta başladım. Daha çok küçükken; zamanını yazasım gelmedi, of ya diye ellerimin arasına alarak başımı, dudaklarımı büzerek “ama yaaa” diye başlayan cümleler kurduğumu bilirim. Attığım adımların arkasından baktığımda tek başıma olduğumu anladığımda akıtmıştım zaten ilk gözyaşımı… O kadar küçüktüm yani, dudak büzecek kadar, ve dudak büzerek ağlayacak yaşta bile ağlayacak bir şeylerim olacak kadar büyüktüm aslında. Çok küçükken kendi kendini büyüten ya da büyütmek zorunda kalan, ya da bir sürü aptallığın elinde büyümüş ve kocaman olmuş koca bir aptalım belki de…

Şu yaşıma geldiğimde bile gözümü karartmaktan hiç vazgeçmeden, kulaklarımı herşeye tıkayarak, kafama koyduğumu yapmak istediğimi; yaptıktan sonra pişmanlık duymak değil ama kendime hiçbir şey kalmadığını, aslında “şaşırmak” eylemini hayatımdan çıkardığımı sandığım zamanımda bunun sandığım gibi olmadığın anladığım zamanım; hala şaşkınlığındayım hayatın…

Bazı şeyleri hep önce düşünmekten sıkıldığımı anladığım yaşım… Bazı şeyleri BEN’e düşündürmek yerine BEN düşünmeden “keşke birisi yapsa benden önce ya” diye düşünüp çoğu zaman da imkansızlığını anladığım ama keşke demekten bıkıp usanmadığım yaşım…

Beklentilerimin her zamankinden daha az olması gereken yaşım… kendimce bu kadar çok şey görmüş ve geçirmişken, en yakınım canım ciğerimden belki de dünyamın en büyük kazığını yemişken; şaşkınlığımdan eriyip bitmişken ve daha sonrasında kendimi bile tanıyamamışken; kendime şaşırdığım, şaşkınlıktan kala kaldığım ama artık şaşırmamam gerektiğini düşündüğüm ama şaşırmaya devam ettiğim yaşım…

Çaba göstermek ne kadar yorucu bir şey aslında daha önce öğrendim bunu… Boyumdan büyük çabalar sarf ederken öğrendim, çaba sarf etmek için çaba sarf ederken öğrendim. Öğrendim ki kendimden başka bir şey için gereksiz bir eylemmiş ama gel gör ki, bunu da düşündüğüm ama çaba sarf etmekten haaaalaa vazgeçemediğim yaşım…

“Ah benim sevdalı başım….”

Şu yaşıma gelene kadar çantamın içine çok şey sığdırdım elbet. Girdiğim yollardan dönemediğim de oldu yığılıp kaldığım da, ve ellerimde çiçeklerle çıkıp geldiğimde olmuştur yanaklarımda kahkahalarımın ışıltılarıyla… Çok kazık da yemişliğim vardır zamanında ve kim bilir birilerince attığım da…Aşık olmuşluğum da vardır körkütük ve bilirim ki yıllarca beklenildiğimi umutsuzca… “benim kanayan dizlerim yoktu hayatta bir tek, benim de kanattıklarım vardı elbet” cümlesini kendime hep hatırlattığımda bir de kendi cümlem gelir her defasında bu cümlenin ardında;
Laflara karnım tok, yapılanlarla ilgileniyorum.

Söz uçar yazı kalır diye söylemişti lisede matematik öğretmenim ve bilirim ki söylenen söylenir; eyleme döküldüğünde değerlenir. Birileri hep bir şeyler düşünüyor hep bir şeyler söylüyor ya güya; işte ben hep farkımı buluyorum burada, beklediğim çok da değil aslında; düşünülen söylendiği gibi söylenildiği gibi de dökülsün istiyorum gözlerimin önüne.

İstediğim şeyleri yaşamak için adım atmaktan sıkıldım artık.. Her adımsızlığımda ellerimin boş kalmasından, bazı şeylerin olurunun bana kalmasından sıkıldım artık, bazı şeyleri düzenlemekten, organize etmekten, kurmaktan sıkıldım. Oyuna birileriyle başlayıp sonunu kendim getirmek zorunda kalmaktan sıkıldım, parçaları üst üste koyma sırasını başkasına verdiğimde oyunun durmasından, oyun durduğunda “e hadi” diye uyarmaktan, tüm bunlardan yoruldum diye, birazcık da ben söylemeden bir şeyler yapılsın diye oyunun dışında geri kalmaya çalıştığımda oyunun tamamen bitmesinden sıkıldım ben artık.

Yıktım bütün Legolarımı, küstüm oynamıyorum!!!


didikledim sonra vazgeçtim... :)

Belki bizim bildiğimiz gibi değildir çok şey, gördüğümüz gibi değil, duyduğumuz gibi değil ve belki de hislerimiz bile hissettiklerimiz gibi değildir.
Aynada gördüğümüz yüz bile bildiğimiz gibi değildir belki. Ela gözlerin ardındakileri göremiyordur bile kendileri, ve suskun suskun bakıyorken bazen çok şey duyuyoruzdur ya da, tamamen sağır olmuşuzdur, belki….
Her şey olabilir diye bilmiş bilmiş duruyoruzdur dünyaya karşı, sanki meydan okuyormuş gibi, hodri meydan’mış gibi, ve gerçekten –mış gibi yapıyoruzdur; her şey olup bittiğinde anlıyoruzdur ya da, hala anlayamıyoruzdur.
Çok fazla güveniyoruzdur belki ha? Çok fazla inanıyoruzdur. Aslında en büyük yaraları “hiç olmaz” diye net olduğumuz yerden alıyoruzdur. Ve en derin yarıkları da o yaraları kaşırken açıyoruzdur, kaşırken kanatıyoruzdur, kabuk bağlatıyoruzdur zamanla ve yine o kabuğu kaldırıp yine yine kanatıyoruz yine yeniden yaralıyoruzdur. Ve sonunda anlıyoruzdur ki, yaraları belki de kendi ellerimizle derinleştiriyor kendi ellerimizle kendimizi kan revan içinde bırakıyoruzdur. Bu acı şeyi, BİZ yapıyoruzdur kendimize…
Yarınların getireceklerinden korkuyoruzdur ve bugünümüzü yarınımıza ketliyoruzdur. O korkudur ki öyle bir sarıyordur ki her yerimizi ve öyle avlıyordur ki yüreğimizi, daha yarını görmeden güneşine kapatıyoruzdur gözlerimizi. O ışıltıdan mahrum bırakıyoruzdur kendimizi. Korku karşımıza geçiyordur, elleri belinde hain hain sırıtırken biz; hala bu günde kalmış yerimizde sayıyor, yarının heyecanlarından uzak kalmak bir yana dursun kokusunu bile duyamıyoruzdur; tanımıyoruzdur kendi yarınımızı. Kendi ellerimizle kendi yarınımızdan koparıyoruzdur bağlarımızı. Yazık ki bunu yine kendimiz yapıyoruzdur kendimize…
Bazı cümleleri kurmaktan çekiniyor ve bazı cümleleri duyamıyoruzdur. Öyle bir şeydir ki bu adım atmak istiyoruzdur atamıyoruzdur, geri geri kaçmaya yelteniyor ama onu bile yapamıyoruzdur. Zaman gelip geçiyordur, her yeni doğan güneş ömürden bir günü götürüyordur ve bu sürede yaptığımız çoğu zaman güneşi batmış günlere takılı kalmak, söylenmiş sözlere saplanmak, ihanetleri hazmetmeye çalışmak güya, ama kendimize işkence etmekten başka bir şey değil aslında, ve hataların başladığı yerde durup takılmak yani kendimizden daha fazla layık görmek işte o başkalarını hak ettiklerinden daha fazlasına…
Ve bellidir ki daha fazlasını didiklersek daha fazlasını bulur çıkartırız diplerden. Ve o diptir ki dibinde daha da dipleri vardır. O yüzden; her yeni güne doğan güneşe selam olsun...

Salı, Mayıs 10, 2011

Psikologlar Günüm....

Özel günlerde yazacak hep anlamlı, manalı, oldukça edebi ve bol duygu yüklü yazılar yazılırken bugün ben, içim titreye titreye mutluluktan; psikologlar günümü yazıyorum size...
Çalışma odanızda oturmuş raporlarımı gözden geçiriyorken bir yandan da koskoca Türkiye’de unutulmuş belki de hiç bilinmemiş özel bir günü, mesleğimin gününü, kendi günümü yalnız yaşadığımı düşündüğüm bir zamanı günün… Saat 14:15 civarları…
Sabaha göre hava daha güzel ve odam aydınlanmış… O kadar ki penceremi açmışım içeri biraz temiz hava girsin diye…
Merdivenlerden güm güm güm diye duyduğum ayak seslerinden anladım ki Eylem yukarıya doğru geliyor.. Kapıdan baktım ve odamın karşı tarafındaki Dünya sınıfının kapısını açıp içeriye girdiğini gördüm.
Aradan geçen en fazla 2 dakikalık bir süre…
Dünya sınıfının kapısı açılır, içeriden 11 tane çocuğum koşarak odama doğru gelirler, arkalarında öğretmenleri ELÇİN ve peşinde EYLEM…
Seslerinin en yüksek tonuyla odamın içine doluşur ve “PSİKOLOGLAR GÜNÜN KUTLU OLSUN” diye bağırıp bana sarılırlar..
Ellerinde hediyeleri….
Çektiğimiz fotoğraflarımız…
Ve mutluluğum..
Ve arkadaşım dostum kardeşim;
ELÇİN….
EYLEM….
Diyecek, yazacak cümle bulamadım.. Yazdım sildim yazdım sildim.. Mutluluğumu anlatabileceğim bir cümlem yok… Yüzümdeki Gülücüğümün sebebisiniz….
Çok çok çok çok çokk teşekkürler….





Diye yazıyı noktalamıştım kiiiiiii ELÇİN kapıyı açtı ve elinde koca bir buketle içeriye girdi… Buketin üzerindeki kartı görünce gözlerimin dolmasına ve içimin daha da çok titremesine engel olamadım…
En büyük teşekkürüm AİLEM’e şüphesiz ki… Bugünü yaşamama sebep olan AİLEM’e… Her günümde, her dönümümde her büyük adımımda yanımda olan AİLEM’e…
Sonsuz sonsuz sonsuz teşekkürlerimle….


Ve bu şekilde sonlandırdığımı düşünürken yine, odama gelen minik ayak seslerini duydum ve odama 3,5 yaşlarındaki miniklerim girdi, ellerinde hediyeleriyle =) ve yine yüksek sesleriyle, yarım yamalak bi şekilde “psikologlar günün kutlu olsun” ve “psikolojik günün kutlu olsun” diyenler de olarak, sarıldık birbirimizeeeeee =)

bitti sandım kiiiiii bitmemişş, İngilizce öğretmenimiz elinde kırmızı kalbiyle geldiiiii... :))



Ve günümün sonunda, işten çıktığımda; aslında her günümü özelleştiren ve güzelleştirene, huzur bulduğuma, huzuruma yol aldım….
Cennet koktu gecem…

Seviyorum seni meslekimm!!!! =) =)

eskiden kalma alışkanlık....

Zamanını tam hatırlayamadığım bir dönemimde başlamıştım o yolda yürümeye, aslında başlamıştık. Liseye yeni başlamıştım herhalde. Saçlarım upuzundu bellerime kadar ve o zamanlarda alabildiğine kıvırcıktı. Telefon kablosu gibiydi benim tabirimle =) kuzenim her defasında “pınar bu saçlar nasıl böyle kıvrılıyor baksana dipten başlıyor” diye hayretle ucundan tutar, aşağı doğru çeker ve bıraktığında yay gibi yaylanırdı o kıvırcıklar; ve ardından gelen kahkahalar. Öyle bir kıvırcıklıktı saçlarımdaki işte.. Hangi zaman oldu, o kıvırcıklarım kayboldu… Ne anlatacaktım ne anlatıyorum tanrım =) aradabi böyle olur ya hani, aslında başka bir şey anlatacaksınızdır ve tek bir kelime alır sizi götürür hiç tahmin edemeyeceğiniz yerlere. Artık o anlatacağınız ilk şeyden çok uzaklaşmışsınızdır, başka bir yerlere varmış başka anıların içine dalmışsınızdır… Şimdi bana olan da öyle bir şey herhalde…
Liseye yeni başlamıştım evet. “ben büyüdüm artık”larımın doruğa ulaştığı ama hep bunu fısıltıyla söylediğim, hiç bağıramadığım ve çoğu zaman fısıltımı kendimin bile duyamadığım bir dönem… Kendime göre çok normal hareketlerim olduğunu sandığım ama aslında anneme babama göre anormalleştiğim, ama aslında başkalarının tabiriyle “kıymeti bilinecek” bir evlattım ben, evlatmışım yani… Öyleymiş… Kendi hayatıma kendi kendime renkler katmaya çalıştığım, aslında evimin 4 duvarından pek dışarıya çıkamadığım belki de bu yüzdendir ki yanıma hep birilerini kattığım ve bu şekilde kendimi dışarıya attığım dönemime denk geliyor heralde o ağaçlı yolun sempatisi. Uzun upuzun bir yol. İki yanında ağaçlar var ve baharda öyle güzel olur ki. Herkes spor ayakkabılarını giyer ve hızlı hızlı yürür kulaklarında bangır bangır müzikleriyle. Gözlerinde güneş gözlükleri kimisinin, kimisi hızlı hızlı koşuyor turlar atıyor ve şaşkınlıkla bakıyoruz “vay canınaaaaaaa” diyerek. Ve 4 tur-5 tur da biz atıyoruz. Muhabbetler ede ede… Tabi ergenliğin tam göbeği… Liseli liseli diye etrafta dolaşmanın da ayrı bir gururu vardır ya o da üzerimde =)
O ağaçlı yol her günüme renk katar, her günümü canlı kılar ve her akşam üstlerimin vazgeçilmez rutine halindeydi o günler… Ne kadar büyük bir zevk ve ne kadar büyük bir özgürlüktü o yol.
Kaçışım haline geldiği günlerim de olmadı değil aslında.. öyle bir kaçıştı ki hatırlıyorum; Yürüyüşe gidiyorum diyip, gerçekten kendimi o yola atıp saatlerce yürüdüğümü sadece yürüdüğümü, bazen kulağımdaki müziğe eşlik ettiğimi ve bazen de yürürken sadece düşündüğümü…


Yıllar birbirini kovalarken herşey değişti.. Saçlarım ellerim, yürüyüşüm değişti. Lise bitti üniversite başladı… üniversite bitti iş hayatı başladı.
Ama O ağaçlı yol hep aynı… hep aynı koku var hatrımda, aynı çimen kokusu, aynı kuş cıvıltısı, yürüyen koşan insanlar… aynı kalabalık ve 26ımda bile aynı kaçış…
Çocukluğumdan 26’ıma kalan bişelerim var avuçlarımda elbet, açıp baktığımda görüyorum bişeler ve o yol da bunlardan biri işte...
Lisede olduğu gibi üniversitede olduğu gibi; Aynı dün akşam üstü yaptığım gibi işte,
En uzun sığınağım işte…
Yem yeşil….

Pazar, Mayıs 01, 2011

Parmaklarının Ucunda....

Gecenin sessizliğine uzanmış öylece pencereden dışarıya bakıyor halde, kendisine dışarıdan bakıyordu… Sanki kendisinin karşısına oturmuş, kanın vücudunda nasıl dolaştığını, kalbinin nasıl attığını, nasıl kan pompaladığını, bütün organlarını görüyor gibiydi, görüyor ve hissediyor gibi. Yerde oturmaktan uyuşmuş kalçası ve bükülmüş dizlerinin üstündeki kolları hiç hareket etmiyor, elleri öylece aşağı doğru sallanıyordu, kan aşağı akıyor parmaklarından… Öyle bakıyordu ki kendisine sanki parmaklarından kan damlıyor gibiydi, sanki parmaklarından çekiliyor gibiydi canı…
Ay ışığını seyretmekten hep zevk alırdı ama bu geceki bi başkaydı, bu geceki daha bi değişik geliyordu kendisine. Hayatındaki her şeyi halledebileceğini düşünürdü ve belki de birçok şeye yeteceğini.
Kendi düşüncelerini küçümsediği çokçaydı ama çokça önem verilirdi düşüncelerine; çoktur arkadaşlarının onu arayıp bişeler danışıyor oluşu, çoktur birçok ilişkiyi bitmişlikten kurtardığı, arada köprü olduğu; kim bilir belki yıprandığı ama mutluluklardan huzur bulduğu.
Çoktur kendini bile bile ateşe attığı, nedir nasıl oluyordur bilemedi hiç bilmedi ve bundan sonra da bilmeyeceğini düşünüyor olsa da çokçadır kendini bulduğu yangınlarda. Onun bunun için diye tabir edilenler için ama kendince insan olduğu için değerli olanlar; o, ateş ve diğerleri…
Ailesi, dünyadaki her şeyi gibiydi onun için. Hatırlardı ki küçükken evinden uzak kaldığında, küllüklerini bile öperdi kavuştuğunda evine. Öyle bir bağlılıkltı evine ve ailesine. Ayrı olduğunda özlerdi annesini babasını, en çok da kardeşini. Her defasında kokusu burnuna gelirdi, öyle bir severdi ama hiç belli edemezdi içini, öyle de bir ketumdu.
Gece olmuş karanlıkta oturmuş, her gününü doldurduğu yaşını gözden geçiriyordu; ay ışığında güneşleniyordu, kendisine karşıdan bakıyor, kendisini karşıdan süzüyor, kendisiyle ilgili düşünüyordu. Neredeydi, nereye gidiyordu, bilmiyordu. İstediği tek şey huzur, huzur bulmak, rahatlamaktı..
Evet evet istediği şey tam anlamıyla buydu adı Huzur’du. Ne reklamı olduğunu hatırlamadığı bir kare geldi gözünün önüne, beyaz gömlekli bir adam çıkıp “evdeki huzur, işte mutluluk budur” diyordu. Ne de güzel gülümsüyordu hala gözlerinin önündeydi reklam, ne reklamı olduğunu bir türlü hatırlayamamıştı ama çok da önemli değildi zaten gecenin o saatinde, gecenin 2’sinde..
Bir adam vardı ellerinin önünde, parmaklarıyla parmak uçlarına dokunuyor, parmaklarıyla parmaklarına güç veriyor ellerini yukarı doğru kaldırmaya çalışıyordu. Adam, parmaklarını her değdirdiğinde kadına, kadın biraz daha canlanıyordu, adam biraz daha parmaklarını değdirdiğine parmaklarına kadın tebessüm ediyordu, içini çekiyor derinden derinden, sanki cennetten gelmiş bir kokuyu doya doya ama doyamayacasına çekiyor içine, çektikçe bir şeyler buluyor, çektikçe bir koku sarıyor etrafı, bir lal oluyor dili tutuluyor ama kelimeler kifayetsiz kalıyor zaten, sadece gözlerin kapanışına ihtiyacı var anın, sadece parmaklara ihtiyacı var parmakların, yürek yüreğe dokununca kelimelere gerek kalmıyor zaten bir de, ay ışığının altında olunca, ne kelimelere ne cümlelere ne seslere ihtiyaç yok hiçbir şeye…
Yerde oturmuş, kalbi ağır ağır atıyor, sanki biraz beli de ağrımış gibi, ama çok da koymuyor belli ki, bir adam var şimdi gözlerinin önünde ki onunla dolu hayali; uyuyor adam… Gözlerini kapamış geceye, açacak güneşe; adam uyuyor, kadın sanki onu izlediğini hayal ediyor.
Adam uyuyor, derin derin nefes alıyor, verdiği her nefesi kadın içine çekiyor, kadın adamın nefesiyle doluyor, kadın huzur alıyor, kadın huzur buluyor…
Adam uyuyor, kadın yerden kalkıyor yatağına giriyor, yastığına başını öyle bir koyuyor ki, sanki o yastık yastık değil de, o…
Derin bir iç çekişle yatağa giriyor yastığına sarılıyor ve düşünüyor ki;
Anlatamadıkları ve kendine sakladıkları çok uzun zamandır ay ışığında;
Huzuruysa, adamın parmaklarında saklı…

26'ımda....

Bir fotoğraf kadar yakın aslında geçmişim ve yaşım kadar uzak aslında..
Düşündüm de tekrar yaşamak ister miydim acaba çocukluğumu, yürümeyi yeniden öğrensem hatta önce biraz emeklesem..Emziğim ağzımda dursun, şaşkın şaşkın etrafa bakayım, sonra kıvranayım kımıldanayım, emeklemeye başlayayım, sonra pıt pıt yürüyebileyim…
Yürümeyi öğrendiğim ilk günlerdeki gibi anneme koşarken sağ kaşımı televizyon sehpasına çarpayım, ve canım acısın mesela…
O zamanki en büyük acım olsun.. Ağlasam ağlasam sonra annem gelse koklasa koklasa, sarılsa sarılsa ve acım yok olsa… Belki en fazla, bundan sonraki ömrüme bebekliğimden kalan mirasım olsa..
İlkokula gitsem…
Ya da önce anaokuluna gitsem. Adını hala unutmadığım Aslı öğretmenden, kitabın üzerine çizilmiş koltuğun üstünde saklanan top resmini bulamadığım için dayak yesem, ve bunu unutamasam… 26’ıma geldiğimde hatırlayacağımı bilsem bile yeniden yaşasam, sonra evcilik köşesine koşsam, bebeklere sarılsam..
Kardeşim olsa… Gelişine çok sevinsem ama ne kadar sevinsem de dünyamıza katıldığı ilk hafta ateşler içinde yansam… Sonra kendimi ona adasam. 4 yaşındaki bacaklarımla onu ayağımda sallasam ve o ananemin kucağında durmak istemezken ellerini bana uzatmışken o küçük boyumla onu kucağıma almaya çalışsam “gel ablacım” diye sarılsam ona… 26’ıma geldiğimde de uyurken onu izlemekten zevk alıyor olurum belki de hala…
Büyüsem biraz.. Okullu olsam… İlkokula gitsem ve ilkokul öğretmenimi yine hiç sevmesem… Ortaokula geçerken annem beni başka okula kayıt ettirmek için çırpınsa, söyleyemesem bile içten içe sevinsem..
Yine o ortaokula gitsem.. Pembe gömlekli gri etekli halime. Belki bir çok arkadaşımı hatırlamasam yine, ama birini hatırlamış olsam biraz keşke.. Ve 26’ıma geldiğimde çocukluğumun arkadaşlarını bulsam hatta birini canımın ta içi yapsam…
Liseli olsam..
Araya sıkıştırılmış bir platoniğim olsa yine. Koca bir senemi versem, 26’ıma geldiğimde “ey günler ey” diyip gülümserim belki, alay ederim kendimle…
Üniversiteyi kazanmak için çırpınsam.. parçalasam kendimi yine.. test kitaplarının içinde boğulacağımı sansam ve annemin “otur ders çalış ne gezmesi” gibi cümlelerine yine gıcık olsam, boğazım düğüm düğüm olsa, ağlamaklı olsam ama ağlayamasam, 26’ıma geldiğimde de ağlayamam belki…
Hayatımda ilk defa birisinden nefret etsem, belki yine üzerine mi yürüsem,belki kendimi mi siper etsem en CAN’ıma.. Ne yapsam, belki 26’ıma geldiğimde de hala yüzüne tükürmek isterim…
Zamanı gelse…. Hayatımın en….. gerçeğini öğrensem tesadüfen.. 26’ıma geldiğimde en’in yanına koyulacak bir kelime bulamayacak kadar bir EN gerçektir o belki. İstemeye istemeye de olsa paylaşmak zorunda kalsam kahramanımı, istemeye istemeye de olsa nefret etsem, bakmak istemesem, yansam kavrulsam, her şey ellerimden gitmiş gibi hissetsem, yanına varamasam, gözlerine bakamasam, sadece 2 gün ağlasam, sonrasında yine içime atsam… 26’ıma geldiğimde belki o kadar acıtmaz canımı, belki , belki…..
Üniversite hayatım bitse..Sağlam bir dost bulsam yine, sabahlara kadar ders çalışsam, kola+kahve’den nefret etsem ve 3gün hiç uyumasam… Son sınıfta dersleri olabildiğince kırsam ve koca üniversite hayatım boyunca ilk 18 notumu aldığım İlyas hoca’yla yine karşılaşsam, ve o hocamın arkadaşıma dediği gibi “acı bir tecrübeyle öğreneceksin kızım” sözüne yine kahkahalarla gülsem, gülsek… Ve o 5 sene içinde hayatıma girmiş 2 kişi yine girse diyemeyeceğim, anarken midemin bulandığımı hissede hissede… 26’ıma geldiğimde hala o ikisini affetmediğimi fark ederim belki de…
İşe başladığım her gün ilk okul günlerim aklıma gelse.. Babamın “altın bileziğini al paranı kendin kazan kızım” dediğini hatırlıyor olsam… ve 26’ımda ve bundan sonrasında hep bu cümleyi ansam..
Düşündüm de, hiçbir şeyin tekrarını yaşamak istemediğime karar verdim şimdi. Ve yazmadığım ne çok şey olduğunu… Aslında araya bile sıkıştırılmamış bazı cümlelerim, hayatımdaki en keskin dönüşlerim. Her cümlemin ardında rolünü kaptırmış bir oyuncu, her oyuncunun cebinde; ellerine verdiğim bir geçmişim var. Ceplerine iliştirdik sandığım geçmişlerin gitmediği ve bende kaldığı aslında, 26’ımda hala..
Ve şimdi hayatımda var olanlarla, belki geçmişimden kalanlarla, belki yeni katılanlarımla birlikte,
Düşündüm de geri dönmem hiçbir yaşanmışlığıma, yeniden yaşamam, yaşayamam… Her şeyi zamanında yaşayıp omzuma yüklenmişim çok şeyi, akıtamadığım gözyaşlarım var hala ama, atamadığım kahkahalarım da...

Ve bebekliğimden 26’ıma ve bundan sonraki hayatıma da mirasım olacak kaşımdaki yara… Ve her kuaföre gittiğimde biliyorum söyleyeceğim “ seviyorum ben o yarığımı” diye..
Teyzelerimin kuzenlerimin bebekliğimle ilgili hatırladıkları var hala ve anlatacaklar kahkahalarla her defasında..
Annem her sinirlendiğinde gelip bana patlayacak, “başkasına kızıyorsun bana neden sinirleniyorsun” diye sorduğumda “ ama senden başkasına mı sinirlenicem tabiki sana sinirlenicem” dediğinde birden kahkahalar havalarda uçuşacak, yine, hala, bundan sonra…
Çocukluğumdan çıkıp 26’ıma gelmiş pembe gömlekli’m, duvara yaslanmış olan hani zihnimde… Kalsın hep burda, 26’ımda ve sonramda…
Bir de bu arada; usanmadım ve usanmam söylemekten;
Söylemekten ve sevmekten;
“hiç vazgeçmedim beyaz gülleri sevmekten…” diye…


Düşündüm de, bi 26 yıl sonra acaba, 26 yaşıma ve pembe eşofmanıma tekrar geri dönmek ister miyim diye..?
Şimdi dönüp şu yazıya bile bakmıyorum neleri yazdım neler eksik kaldı diye, yazdığım dakikalarım da geçmişimde kaldı, dönemem geriye, dönmem geriye…
Bir tek keltoş bebeğimle, uyurum sadece yarınıma,
Uyanırım geleceğime…

amaaaaan, döküldüğü gibi, saçma gibi.... :)

Birşeyi umarsızca yapmak ne kadar Boş’muş gibi görünse de ne acı aslında, yaşadıktan ve bitirdikten sonra anlıyor insan.
Eline geldiğini çekip almak dolaptan ve uyumuna bakmaksızın çekip çıkmak, saçını taramaktan yoksun olmak ve bir tebessümü kendine fazla bulmak…
Gitmek için gitmek, kalmak için kalmak, oturmak için oturmak, kalkmak için kalkmak, uyumak için uyumak, doymak için doymak, yaşamak için yaşamak…
Yaşamak için yaşamak..
Ne anlamlı cümleymiş meğer.. başı ve sonu aynı olan, başlangıcıyla bitişi aynı, başı belli sonu belli der gibi, olduğun yerde sayar gibi sanki, ne bir adım ileri ne bir adım geri.
Yaşamak için yaşamak.
İleriye gözlerini kapamak, tıkamak kulaklarını her türlü sese, kalp gözünü körleştirmek ve görememek bir çift gözü ve bir çift göze çok görmek kendini.
Böyle bir şey gibi sanki..
Mevsimlerin nasıl geçtiğini anlamadan nefes almak.. yağmura kara toprağa doyamamak ve koklayamamak yağmur sonrası toprak kokusunu. Güneşin güzelliğini görememek kar varken yerlerde, her yer bembeyazken ayakların çıkardığı kar sesinin duyamamak ve sadece öne doğru bakmak sadece öne..
Yaşamak için yaşamak…
Bir kitaptan mahrum bırakmak kendini, bir filmin içine girmekten alı koymak, “kalabalık” dediğimiz şeye bir katkıda bulunduğunu hissedememek, güya kalabalıklar içinde yalnız kalmak..
Ne klasik kelime; kalabalıklar içinde yalnız kalmak..
Aslında kendi kendini yalnızlaştırmak, aslında kendine yalnızlaşmak ve kendine yabancılaşmak..
Bir ben var benden içeri, o içerdeki ben’i bulamamak, aramak aramak, nerede olduğunu görmek ama tutup çıkarmaktan aciz olmak.. tutup çıkarmaya çalışmamak…

Yaşamak için yaşamak…
Ne saçma kelime…
Bir de üstüne bu yazı şimdi;
Saçma gibi sanki….


bu fotoğrafı daha bi sevdim sanki :)))))) neden kiii... =))))

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...