Evde tek olmanın en güzel yanı, Kendine kalmaktır. Ya da
En acı yanı kendine kalmaktır.
Kendine kalmak belki de evde tek olmanın en acı yanıdır..
Ya da; en güzel işte…
Çok fazla kendi sesini duyamasa da insan konuşacak kimse olmadığından, aslında en çok kendi sesini duyduğu zamanlardadır. Kendi sesiyle konuştuğu ve kendisini dinlediği, kendisine cevap verdiği ve tekrarladığı kendisini. Belki bir kadeh şarabı vardır yanında yerde otururken ya da elinde koca bir fincan kahvesi battaniyenin altında ısınmaya çalışırken.
Ve kendisi için bir şeyler yaptığını hisseder bu ikisinden birini içerken ya da daha farklısını bilemiyorum.
Doğduğumdan beri yaşadığım evim, aynı odam, aynı salonumuz, aynı banyomuz, aynı mutfağımız. Gözümü kapattığımda tamamen, kaç adımda odamdan salona gidilir bilirim, ve mutfaktan salondaki koltuğa yürümek çok da zor olmasa gerek…
Kapısından içeriye girer girmez hatta apartman kapısında bile ve merdivenlerinde, ne cümlelerim var; yürürken ne cümleler düşürmüşümdür kim bilir yerlere.. Ve duvarlara ellerimi sürerken merdivenleri tırmanırken, ne iç çekişler bırakmışımdır aşağıdan yukarıya… Evin kapısından içeriye girmeden önce sildiğim kaç damla gözyaşım vardır evdekiler görmesin diye ya da gülerek içeri girmişliğim kaç defa ve gülümsettiğim; kahkahamı yansıttığım anneme babama.. Ve ne olursa olsun kardeşimin odasına bakmadan geçemem hiçbir zaman. Evde olmadığını bilsem de başımı sağa çevirmek, onun kokusunu almam demekti belki de.. Ve hep söylediğim gibi, aşıktım kardeşime…
Bu dünyaya geldim geleli ne gördüm ne duydum ne öğrendim kim bilir...
Çok acı çektiğim bir gün, hava kararmış ve yağmur çiseliyordu. Hava serine çalıyor gibiydi ama aslında soğuk da değildi. Çıkmazdır bizim sokak. Ne kadar bizim olsa da benim olsa da ürkütür beni her defasında. Çıkmaz bir yola girmek, önüne ne çıkacağını bilememek ve belki de çaresizlikten ürkmek; ürkütmüştür beni hep. Kim bilir belki de bu yüzden grileri sevmem. Ya siyahtır ya beyaz yollar. Belirsizlikleri sevmemem, çaresiz kalmaktan ürkmem, ve bir şeyi yapmadan saatler önce yapmaya başlamak için içimi yemem… Belki de bu yüzden ya siyah; ya beyaz….
Sokağın başındaki duvarda bir kız oturmuş, belki benden 1-2 yaş büyük, küçük değil ya da belki 1 yaş. Oturmuş duvarın üstüne, sessiz sessiz ağlıyor, sol eliyle tutmuş olduğu çantası yere değerken kafasını kaldırıp bana baktı, bi an için göz göze geldik ve aynı anda burnumuzu çektik. Kaç yaşındaydık o zaman, ne o beni ne ben onu bilmiyordum ama ortak bir paydamız vardı onunla, ikimizin de canı acıyordu, kanıyordu… Çıkmaz bir yolda, tanımadığım bir kadınla, ne çektiğimizi ikimiz de bilmiyorduk ama, ikimiz de burnumuzu çekiyor, ikimiz de ağlıyorduk.. Ve o anda en büyük güç, ikimizin birbirine bakan çaresiz gözlerimizdi. Çok yalnız olduğumuzu sandığımız dünyada hatta o çıkmaz sokakta içine düştüğümüz çıkmazlığımızda, aslında bir çıkış yolu vardı çünkü kimse yalnız değildi..
Belki de bunu öğrenmiştik o anda…
Daha öncemden konuşmayı sevmediğimi kendime bile söyledim defalarca susarak… Herşeyin üstünü örttüğümü, gömdüğümü bir çok şeyi, ve kendi içimde “sevmediğim” o birkaç kişiyi de affettiğimi, azad ettiğimi, bu dünyada herkesi sevmek zorunda olmadığımı ama tanımadığım insanları bile sevdiğimi… Ve daha nicesini...İtiraf ettim kendime.. Konuşmayı sevmiyorum bile kendimle…
30uma 4 kala nereye geldim, neredeyim diye sorar oldum şu sıralar içimdeki BEN’e. Bundan 3 sene önce, çok değil 3 sene önce oturup düşündüğümde kurduğum “26 yaş hayali”nin neresindeyim diye… Hayallerimin hangisini gerçeğe döndürdüm ya da hangisini öldürdüm. Hangi pembe senaryoma külleri karıştırdım, hangi karanlıklarıma güneş ışıkları yağdırdım.. Ne kadar büyüttüm kendimi acaba ne kadar yoğurdum kendimi yaşlarımla, ne kadar kırıştırdım suratımı Kahkahalarımla.. Mimik çizgilerim ne kadar belli oldu ve ne kadar gülüyor gözlerim hala…
Bundan 3 sene önceme gidemiyorum; öyle ki yarın sabah olduğunda bu geceme de geri dönemeyeceğim yani; bir saniyenin bile önemi olan şu hayatta ne kadar önemsedim ki kendimi.
Ve bir nefes verilesi kadar kısa ve basitken bir hayatın bitmesi, bu hayat o kadar basit ve önemsizken; neden boş yere üzdüm saf ve temiz yüreğimi…
Düşümdüm de, en büyük pişmanlıklarım nedir diye?
En büyük pişmanlığım, üzüntüm yüzünden annemi üzüyor oluşummuş. Pişmanlıklarımı her düşündüğümde, annemin yatağının üzerinde bana bakarak ağlayışı gelir gözümün önüne ve o anda olduğu gibi hatta daha fazla; kızarım sayarım söverim kendime…
En büyük yaralarımın olduğu en çok aşık olduğum adama bakınca hep içim burkulur. Ve hep şu cümle gelir aklıma; her ne kadar 22 yaşımdayken öğrenmiş olsam da onu paylaşmak zorunda kalmak zorunda olduğumu, onu paylaşmak hep zoruma gider ve “seni annemle bile paylaşmak istememiştim ben.. Ve şimdi paylaştığımı ve paylaşmak zorunda olduğumu anlıyorum. Sen benim ilkimdin. Ben de senin; öyle bilirdim. Öyle değilmiş”.
Ve öncemi düşünüp canım çok acıdığında yine; ilk ona, ilk aşkıma kızarım hep önce.. Önce ona sinirimi boşaltırım susarak yine.. Bağırırım bağırırım; Sen bile kandırdın beni yıllarca diye. Böyle söyleyince kendime, ve bu cümle bu dünyanın ağır yükünü görmezden gelmemi ya da fazla umursamamam gerektiğini fark ettiriyor belki de..
Çok büyük kararların köşesinden döndürdüm kendimi. Kendi ellerimle kendi hayatımı kurtarışlarım da vardır elbet. Ve kendimle gurur duyuşlarım. Çok fazla böbürlenmeyi sevmedim hiç, çuvaldızı kendime batırmak önce, hep daha sempatik geldi mazoşist benliğime.. Ama böyle olması gerektiğini söylüyordu bir ses içime…
Kasım ayı bebeğiyim ben.
Sonbaharın yaprakları yere düşmüş sararmış hatta rüzgardan uçmaya bile başlamış olur havalarda sonbaharda.. Doğum günlerim hep soğuk ve yağmurlu olur. Hava erken kararır, gün hep sarımtıraktır. Belki de güzün ruhu yansımıştır ruhumun bi yerlerine ama dünyanın her dönüşünden bir pembe iplik bulup çıkartacak kadar polyaaaana olmayı öğrenebilmiş bi kasım ayı bebeğiyim belki de..
Sarımtırak bir günün bebeğiyim ama, toz pembe bakıyormuşum işte hayata çok fazla…
Bazen iyi geliyor bu bana bazen yıkıp geçiyor savuruyor beni bi oraya bi buraya..
İnandıklarım istediklerim ya da istediklerim inandıklarım…
15 sene boyunca aşık bi kıza “sabret herşey çok güzel olacak sabret dua et” diye teselli vermiş ve nişanında ellerini sıkıca tutup “ sana demiştim” demiş bi kızım…
Ve "anne yarım" dediğimin yerde yatışına bakarken ağlayamamış içten içe kendini parçalamış ve şimdi bile içi titrese de bi iç çekişle hepsini kovan ya da üstüne kapatan;
ama avucumun içindeki ele bakıp titremiş ve nasıl olduğunu anlamadan dudaklarında gözünün yaşının tuzunu hisseden; Ben…
Ve şimdi durmuş kendi sorgulayan, durup durup boşluğa dalan, iç çekip ayağa kalkan, inanıyorum diyip içten içe çoğu zaman umudu kırılan, yine aynı kız, yine ben….
Ayaklarım ne kadar yere basıyor bilmiyorum, hayatımda bir adı olan her şeyi ne kadar yaşıyorum bilmiyorum, sınırım var mı yok mu onu da bilmiyorum, hala ben annemin “salak” kızı mıyım onu da bilmiyorum…
Bildiğim tek şey;
Bu gece ben tekim…
Kendimleyim…
Aslında en kalabalık gecemdeyim…
senin yazdıklarını okumak ayrı bir keyif benim için yaşasın evde tek olmak bende çok severdim tek olmayı ama şimdi sadece çocuklar uyuyunca tekim olsun onun güzelliği de ayrı
YanıtlaSilÇooook teşekkür ederim..
YanıtlaSilGece ve hala tekim.. Ve hala yazıyorum.
Eminim çocuklar uyuduktan sonraki o sessizliğin verdiği haz da ayrıdır...Her yaşın tek'liği ayrı ayrı heralde..Her yaşta tadını çıkartmak gerek... ;)
Sevgiler...
kasım bebeği kendinle kalmana engel olduğum gecelere bir yenisini daha eklemek geldi içimden uykulu gözlerle ama sabaha kadar..
YanıtlaSilen kalabalık anlarında yazdıklarını okumaksa çoook keyifli cicim..kalemin hiç durmasın..
cicim...teşekkür...
YanıtlaSilsabaha kadar oturdum... ezan okunuyordu yani, o kadar...
seni çok özledim...
Bizim evimiz kalabalık olduğundan ben tek kalmanın kıymetini bilirim severim. Evimi en çok ailemle severim ama senede 10-15 gün yalnız kalmakta benim için paha biçilemez :)
YanıtlaSilkesinlikleee... insanın kendine kalması cidden güzel oluyo bazen :)
YanıtlaSilbence sevinmelisin düşünecek zamanın olmuş (=
YanıtlaSilevet bu da bi bakış açısı tabi...
YanıtlaSil