Çarşamba, Mart 21, 2012

bazıları...

Bazı şeyleri yaşıyor insan ve bazı şeyler bazı insanların umurunda olmuyor.

Ne fırtınalar kopuyor bazılarının içinde ve ne yangınlardan küller kalıyor dumanları tütüyor bazılarında, bazılarının haberi bile olmuyor.

Ne gözyaşları akıtılıyor; değiyor mu değmiyor mu diye hesaplamadan, ne hıçkırıklar karışıyor gecelerin karanlıklarına ve ne sabahlar karşılanıyor uyku görmemiş kızarık gözlerle, bazıları sadece Hep uyuyor…

Ne gemiler yakıyor bazıları, ne dualar ediliyor eller açılıp, ne ezanlar kalıyor duyulmadık ne dualar kalıyor okunmadık, ve adanmış adaklar, gözleri kapatıp “yeter ki olsun” diye kalbinin damarlarındaki kanı hissede hissede, vuruşunun sarsıntıları bedende, ve beyninde hep bir dilekle; bazılarıysa çok inançsız oluyor…

Ne zamanlar geçiyor yaşananların üzerinden, ne saatler ne günler ne aylar; ne geceler gündüzleri kovalıyor ne gündüzler geceleri, mevsimler değişiyor, yağmurlar yerini güneşe veriyor, kuşlar cıvıldıyor sokaklarda ama bazılarında yürek hep aynı ismi atıyor; bazılarıysa ardına bile bakmıyor…

Bağıra bağıra şarkılar söylüyor bazıları; bazıları şarkıları hep birine adıyor, her yeni çıkan şarkının mutlaka bir cümlesinde bulup onu çıkarıyor, her melodiye onunla başlayan notaları ekliyor; bazılarıysa sesini çıkarmıyor.

Tıkır tıkır yazıyor parmakları bazılarının, söylenmiş söylenmemiş, düşünülmüş düşünülmemiş, hesaplanmış hesaplanmamış binlerce cümleyi yazıyor tıkır tıkır parmakları, ne dizeler dökülüyor sayfalarca, mürekkepleri bitiyor kalemlerin ve sayfaları tükeniyor defterlerin. Sessizliğin içinde boğulmuş milyonlarca kelimeyle bangır bangır susarak konuşuyor bazıları, yazarak susuyor ve yazarak konuşuyor, kendisine itiraf edemediklerini ve karşısına geçip suratına vuramadıklarını; sanki bir tepeden denize seslenir gibi ama sessiz bir çığlıkla; tıkır tıkır yazıyor parmaklarıyla; bazılarıysa kelimelerin anlamlarını unutuyor...

Bazıları hala bir şeylerin varlığına inanıyor, bu cümleyi yazarken durup canının yandığını hissediyor olsa da, yansa da solundan ve kavrulsa da yangından; şükrediyor acısına yine de, bazılarının canı sızlamıyor bile diye…!!

Perşembe, Mart 15, 2012

Geniş Zamanlar...

Geniş zamanlar bunlar sonunu bilmediğimiz önünü görmediğimiz; getireceklerini bilemediklerimiz ve hissedemediklerimiz, geniş zamanlar bunlar kendimizden vazgeçtiklerimiz, peşinden gezindiklerimiz, alıp yakalamaya çalıştıklarımız ve koşar adımlarla kaçtıklarımız…
Geniş zamanlar bunlar; alışkanlıklarımızdan vazgeçtiğimiz yerlerine başkalarını yerleştirdiklerimiz, yaş’larımızdan nefret edişlerimiz ve atfedişlerimiz..
Geniş zamanlar bunlar; sıradanlaştıramadıklarımızla doldurduklarımız, yüreğimizin en kıymetli yerine kondurduklarımız, kazıdıklarımız ellerimizle günlerimize, kanattıklarımız yaralarımızı ellerimizle yüreklerimizde… 
Geniş zamanlar bunlar, kırılmış saç teli kadar cansız ve kesilmeye yüz tutmuş; sayılı günü kalmış,
Geniş zamanlar bunlar, üzerine biçilmiş aylar ve yılları götürmüş ömürden acılar,
Geniş zamanlar bunlar, bi sigara dumanının ardında bıraktığı bi öksürük kadar kuru, bi ciğer acısı kadar yangın, bi kül kadar; son…
Geniş zamanlar bunlar, daha gençliğinin üzerine yapıştırılmış son kullanma tarihleri olan; tarihi kapıyı çalan…
Geniş zamanlar bunlar; genişliğine bakmadan sonunda kaybolan, yok olan… 

Cumartesi, Mart 10, 2012

karmançormansaçmasapanamaaslındaçokanlamlı.

Bazı şeyler farklı oluyor insanın hayatında ve önce-sonra olarak ikiye ayırıyor hayatını… önceki ben ve sonraki ben diye.
Kaybedilenler ve mecburi kabullenmeler. Geride bırakılanlar ve geride kalmış parçalar. Yaşanmışlıkların anı renkleri ve yaşanamamışlıkların hevesleri.
İstemeye istemeye geri giden adımlar. İstemeye istemeye bastırılan yaşlar; akmasın diye…
Konuşmaların yerini suskunluklar, gülmelerin yerini dudakların titremesi alıyor sonra. Kalabalıklar boğuyor, mutluluklar daraltıyor, yalnızlıklar vuruyor, ve aynadaki surat üstüne basa basa öldürüyor gördüklerini. Yaşadıklarının üstüne serilmiş bir toprak; sol yanına dokunduğunda cılız bi vuruş hissediyor, şah damarında inceden bi deprem, yüreğin ortasında bi yanar dağ, alev alev patlıyor savuruyor etrafa lav’larını, yakıyor ve kavuruyor.
Susturuyor.
Kesiyor sesi.
Susturuyor.
Alışkanlıkları değiştiriyor. Daha önce olmayanlar giriyor insanın hayatına. Gereksiz sigara dumanları ve boşalmış içki bardakları. Bana hiç de yakışmıyor diye hayıflanıp sonra kuyruğu dik tutmaya çalışma nidaları. Sessiz sedasız bir eda içinde uykuya dalmalar. Ve yine aynı tavırlara yeni ve dünden farksız güne uyanmalar. Mevsimlerin adı aynılaşmış ve fark ettirmiyor geçen günlerin geçmişliği.
Her gün bir öncekinden aynı, diye hissetmenin bilinci.
Sonra bahar geldi diye cıvıldaşmaları duyunca, daha da bi vuruyor geçmiş.
Havanın bahar renginin bile bi anısı var gibi, güneşin ağaçların üzerine vuruşu, bu serinlik bu ürperti…
Çok fazla kahkaha atmalar durup dururken ve haykırmalar sonrasında tek kelimelik cümleler ve bazen de noktası kaybolmuş devrikliklerle.
Günlerdir yıkanmamış bi beden, ojeleri soyulmuş tırnaklarından, rimelleri akmış yaşlarından, boğazında bi yanma var gibi akşamdan kalma hatıra.
O kadar çok saklı şey var ki aslında görünenlerin arkasında. Anlatılanların arasına sıkışmış, söylenmemiş ve söylenmeyecek, haykırılmamış ve haykırılmayacak, içerilerde kalan ve aslında asıl katil onlar olan, o kadar çok gizli şey var ki içeride. Her adımda bir anı demek ne kadar basitse eğer her adımın yere vuruşunda kırılan kemik acısı da o kadar acı elbet. Her kemik sızlamasında sanki bir damarı daha kopuyor ayakların ve ellerine bakıyor insan, bu ellerim o ayakları sevdi zamanında diye, ah sevgili ellerim, sevgili gözlerim, ve daha nicelerim…
İçerde saklanmış bin tane iblis var.
Asla yapmam dediği şeyleri de yapıyormuş insan. Yaparken hayret ediyor, hayretler içindeyken de yapmaktan geri kalmıyormuş.
Herkes çok şey biliyormuş gibi konuşuyor ve hiç birisi kafaya takılmıyor.
Beynin kalbin bedenin; damarın kanın organın her yanının aynı şeyle dolu olduğu bir bedende değil düşünmek nefes aldığını bile unutuyorsa insan eğer;
Söylenmemiş çok fazla şey var derinlerde.
Hiç kimse bilmez ve bilemez,
Hissetmez ve hissedemez,
Bilemez,
Hissedemez,
Emredemez..
Bazı şeyleri bi Allah bilir bi de yaşayan..
Bazı şeyler saçma oluyor, tıpkı bu yazı gibi;
ve bu cümlelerin arkasındaki anlamları da bi ben biliyorum bi Allah…   

Cuma, Şubat 03, 2012

SEVGİLİ BUZ SARKITLARI

Bu sabah uyandığımda boştu odam ve loştu, dışarıda kar yağıyor her yeri beyaza bürüyor. Kaldırıp fırlatası gelmiş bir yorgunluğun avuçlarında tuttuğu kanayan bir kalpti artık ve nefesi bile kesilmişti içindeki sesin. Bi yerlere hapsedilmiş ve unutulmuş yeri yokluğunun zamanları arasında. Zamanların yorgunluğu arasına sesi sıkıştırılmış, ve gözleri kapatılmış…
Boş boş baktıran ve daldıran, daha dudağa götürülmemiş ve bitmiş bir sigara kadar küle dönüşmüş, ve dumanı tüterken, fark ediliyor bittiği ve yeniden yakılıyor yalnızlık ve yeniden yakılıyor yokluk ve yeniden yakılıyor aşk, yeniden yakıyorsun aşkı ve yeniden bitiriyorsun küle döndürüyorsun, eziyor ayaklarına ve geçiyorsun, ardına dönüp bakmıyorsun, bakmıyorsun korkuyorsun, korkaksın cesaret edemiyorsun. Esaretinin ardına saklanmış cesaretin sanki elindeymişçesine bir kandırılmışlığın ortasındasın kendinin. Kelimeleri özgür bırakıyorsun ve söylüyorsun ve konuşuyorsun açıyorsun içini ve şeffaflaştırıyorsun, yoğunlaştırıyorsun yo yo yanılıyorsun basitleştiriyorsun.
Kendini kendine kapatmışlığının arasında bir açıklık payı ile vicdan rahatlatıyor, baş kaldırıyor, sırtını dönüyor ve yok oluyorsun, kendi siluetinde kurduğun hayallerin arasına gömülüyor ve kabuslarında yaşıyor;  düşünüyormuş gibi yapıyor beynin düşüncesizliklerini, beynin mi dost yüreğin mi, yüreğin mi düşman beynin mi, hangisi senden yana bilmiyorsun, bilmiyor ve karıştırıyorsun.
Mahvediyorsun.
Eziyorsun. Ezip geçiyorsun.
Yürüdüğümüz sokakları kar bürüdü bugün. Her yeri doldu bembeyaz oldu, ağaçların dallarında buz sarkıtları uçları ince ve keskin parlıyorlar batınca kanatacak gibi göz kırpıyorlar, acısı tat verecekmiş gibi çekici kılıyorlar kendilerini dokun diyorlar, gel al eline, gel kanat ellerini… Biliyorlar aslında eriyip gideceklerini bir güneş ışıltısıyla ve ayaklarımı ıslatacaklarını sonra kuruyacaklarını, yok olacaklarını, biliyorlar ve bile bile göz kırpıyorlar, çok asil zannediyorlar, güzelliklerinin ardındakileri unutuyorlar,
Soğuklukları ve yalnızlıkları içerisinde kalmışlar kendileri gibi sarkanların arasında..
Parlayarak Göz kırpıyorlar.
Gel al beni, gel tut elimi,
Gel,
Gel; sev,
Gel; yan,
Gel; don,
 Gel; kana,
Gel; acı, 
Gel; bit…
Ah Sevgili buz sarkıtları dokunmam soğunuza…
Ne kadar da çok benziyorsunuz ona…
O kadar keskin,
O kadar parlak,
O kadar çekici,
O kadar bitik…

Çarşamba, Şubat 01, 2012

Mahmut Moralı Çıkmazı...

Biz küçükken sokağımızın çok güzel bi sesi vardı. Köşeyi dönmeden daha çığlıkları duyulurdu ve her çığlığının içinde bin bir kahkaha duyulurdu. Top sesleri  ve “ebe” diye bağrışmalar hiç eksik olmaz, her ses birbirine benzer ve her ses birbirinden o kadar ayrılırdı ki, herkes birbirini tanır ve her sesin kendine has bir karakteri olduğunu bilirdi.
Biz küçükken sarı demirlerimizin üzerine oturmuş bir sürü çocuktuk. Kalabalıktık. Büyükler vardı. Küçükler vardı. Biz vardık. Biz küçükken, çıkmaz sokağımızın atan bir kalbi vardı.

Yaz akşamlarına aşk olmuş bitip dolan, dolup biten çekirdek paketleri ve sarı demirlerin önüne serilmiş çekirdek kabuklarıyla yaptığımız tablolar;  ve her çekirdek çıtlamasında binlerce muhabbet ve sır… Uzun sokağımızın her bir apartmanında farklı birimiz otururduk, hepimiz aşağı iner, sarı demirlerin üstüne tüner, oturur sohbetler ederdik. Bazen az olurduk bazen çok, ama hep fazla olurduk, kalabalıklarda kahkahalar yükseldikçe daha da kalabalıklaşırdık, ablalar gelirdi yanımıza ağabeyler gelirdi. Biz, çoğalırdık. Biz saygı’lanırdık. Biz şakalaşırdık, kahkaha atarken alkışlardık, saçma sapan hareketler yapardık, hareketlerimize daha da kahkaha atardık, biz o akşamlara daha da ışık katardık. Sabahları bulurduk… Çok bağırıyoruz diye azarlanırdık, kaçardık, yine kahkaha atardık, azarlanmaktan tat alır, bundan hiç de bıkmazdık…

Bizim sokağımızın yaz akşamları; başka sokaklarınkinden hep daha farklı olurdu…

Biz küçükken komik kavgalarımız vardı bizim. Şimdi oturup konuştuğumuzda güldüğümüz, kahkalara boğulduğumuz ama küçüklüğümüzde hayatımızı meseleleri olan kavgalarımız vardı. Bizim kavgalarımızdı onlar, sokağımızın her köşesine bir “banane” bırakılmış çocukluk kavgalarımız ve barışmalarımız vardı. Bizim sokağımızda barış vardı..

Biz küçükken apartmanımızın merdivenleri hiç boş kalmazdı, boş bırakılmazdı.. O merdivenlerin üzerine oturmuş minicik popolar, cıvıl cıvıl sesli çocuklar… Gülüşmeler, şakalaşmalar… Çocukluğumuzu büyüttüğümüz merdivenlerimizde, her adımımızda farklı bir ses, her yaşımızda farklı bir nefesimiz olur, sırlarımız sır olurdu. O merdivenlerin üzerinde attığımız ilk adımlarımız, oturup yenmiş tuzlu çubuklarımız, dondurmalarımız; ilk dostluklarımız, ilk aşklarımız,  İlk makyajımız, saçımızdaki ilk jöle ve büyüklük havalarımız, o merdivenlerin üzerinde bebekliğimiz, çocukluğumuz, ergenliğimiz, 20’lerimiz…  

Biz küçükken, kar da yağardı sokağımıza. Kar demek, eğlence demekti. Oyun demekti. “Bütün mahallenin” evlerinden çıkıp sokağa dökülmesi, büyük küçük demeden kar topu oynamak demekti. Biz kar topu oynarken annelerin babaların pencereden bizi izlemesi demekti. Birbirimize kar yedirmek demekti. Yerlerde yuvarlanmak demek, koşarken düşmek, düşene gülmek ve kalksın diye el vermek, sonra üşüyüp apartmana girmek, eldivenleri kaloriferin üstüne sermek ve ısınmak; sonra yine çıkmak dışarı yine kara bürünmek, yine eğlenmek demek…

Kar yağıyor şimdi dışarıda. Hava soğuk ve gece. Penceredeyim ben, tek başıma; çocukluğumu izliyorum, çocukluğumuzu izliyorum. Yine cıvıldaşmaları duyuyorum yine kahkahalarımızı, başımıza gelen kar toplarını ve ardından gelen “ah” diye bağrışmaları.

Hepsini izliyorum tek tek…
Her sesi duyuyor ve her sesin sahibini buluyorum… 

Kar yağıyor şimdi dışarıda. Sokağımız sessiz. Karlar olduğu gibi duruyor arabaların üzerinde. Sokağımız yalnız, sokağımız soğuk, üşüyor, kar yağıyor dışarıda, aşağısı, Bizsiz, çok yalnız…

Çok özledim çocukluğumu.

Çok özledim sizi…



Pazar, Ocak 29, 2012

küçük saç teli

Bir tohum tanesi kadar küçüktü önceleri küçük yüreğinde çünkü, küçük yüreğinin küçük atışlarında daha sesi duyulmaz duyulamazdı ve cılızdı, sönük kadar silik değil uğultu kadar gürültülü değildi cılızdı sadece, bir küçüğün içinde küçük ve cılız bir ses gibi.
Minicik avuçları vardı minicik avuçlarının içinde küçük minik çizgiler. Büyük şeyleri tutan küçük ellerinin minik avuçları. Ve tuttuklarını sakladığı küçük yüreği, tuttuklarıyla büyüyen yüreği..
Büyüyen küçük yüreği..
Zamanla sulanmış ve beslenmiş bir hikayenin asıl kahramanıydı aynada göz göze geldiği. Zamanla beslenmiş, zamandan daha büyük ve zamandan daha ileriki bi zamanlarda nefes alan, ve takvimde gördüğü yerde yaşamaya mecbur bırakılmış; ve parmakları kalınlaşmış, avuçları büyümüş ve çizgileri uzamış avuç içlerindeki. Saçlarında tek tük beyazları vardı zamanın esiri olmuşlar kalmışlar, hatıra niyetine ya da sokmak için gözüne gözüne…
Zamanla sulanmış ve beslenmiş bir hikayenin asıl kahramanıydı aynada göz göze geldiği. Bir nohut tanesi büyüklüğündeki şeyin üzerine koymuş elini ve saklıyor bırakmamacasına. Giderse ölür, ölürse gider, bırakamaz, ardına bakamaz ve ilerisine gözünü karartamaz; sadece bırakamaz, sadece elini bırakmaz, sadece ondan ayrılmaz, sadece sadece sadece…
Vücudunun her yerine dağılmış milyonlarca nohut tanesiyle baş etmeye çalışan bir asıl kahramandı aynada göz göze geldiği. Yandan ayırdığı saçlarının tam da ayrımında küçük bir beyaz saç teli yavaşça sallanıyorken aşağı yukarı; bir uçurumun kenarına ayağından asılmış bir bebek gibi ve saçları aşağıya doğru sarkmış, kanatlarından kopartılmış ve kırılmış en derininden yüreğinden ve eli yine nohut tanelerinin üzerinde, bilemiyor hangisinin üzerinde olmalı diye, hangisini korumalı hangisini ardında bırakmalı, hangisinin adı ne, adı ne olanı saklamalı…
Kocaman bir boşlukta ve sert bir taşın üzerinde eli sol tarafında duruyor öylece. Gözleri açık ve bakıyor karşıya tam da karşıya, ne gördüğünü biliyor; aklında. Nohut taneleri her yanında. Zaman daha az geçmiş ve az zamanda çok yoklukta boğulmuş ve şimdi gerçekten yok olanı yakalamaya çalışamadan ve vazgeçmiş ve harap ve bitap ve üzerinden dumanlar çıkan bir yıkık bina kadar bile değil tozu kalkmış üzerinden, yığılmış üzerinde bin bir tane yıkıklık; karanlıkta kalmış bir yıkık ev kadar değil bile güzelliği ve yalnızlığı o kadar bile görülesi değil… Hissedilesi değil ve anlaşılası değil..
Hissedilesi ve anlaşılası değil…
Kocaman bir boşlukta ve sert bir taşın üzerinde eli sol tarafında duruyor öylece.. Eski bir battaniyenin üzerine düşmüş küçük bir saç teli gibi, kıvrılmış, tek, ve kopmuş kökünden, ve gitmiş… Ve bitmiş özünden, ve bitmiş; tam da yüreğinden…ve sebebinden…

Pazar, Ocak 22, 2012

Karsı Duvar...


Sonunu bile bile başlanmış bir nefes gibiydi ilk gözlerini açtığında hayata birlikte.. Elleri birbirine değdiğinde yanacaklarını biliyorlardı aslında ve bile bile denize yürümekti bu ayaklarının altında ateşli ve sakin.

Avuç içlerindeki bir inci tanesi kadar kıymetli ve bir o kadar da derinlerdeydi sanki okyanusların dibinde saklanmış gibiydi, ve o yüzden o kadar kıymetli ve o kadar değerli ve birbirlerindeydi şimdi elleri ve ayrılmış ve yanmış ve kopamamış ve bir okyanusun dibi kadar yalnız ve bir o kadar da kalabalık..

Sessizliğinde boğulmuş derin bir karanlığın en gürültülü uğultusunda nefes almaya çalışırken kabarcıklar çıkıyor burnunun küçük iki deliğinden. Her nefes kabarcığında biraz daha onu dışarıya çıkartıyor, her nefes kabarcığında biraz daha kendisini boşluğa savuruyor biraz daha kendisinden veriyor biraz daha ölüp giden kendisini izliyor ve vazgeçmiyor; nefes alıyor ve daha hızlı veriyor ve kabarcıklar büyüyor içlerinde kocaman “O” yazıyor ve o, her kabarcıkta ölüyor..
Ve o izliyor…

Baş parmağında dolaşan küçük bir karıncayı hissedecek kadar hisli ve rüzgarın yüzüne vurmasından donmuş gibi yüzü ve o kadar donuk ve donmuş bir vaziyette duruyor, ayakları YALIN, kaşları kalın ve parmakları da boğum boğum, boğum boğum kalmış sevda duruyor avuçlarında ve onu nefes alıyor onu pompalıyor her kanında. Ve midesindeki açlık ona ve bu uçurum; aşağıya..
Bu uçurum, sonsuzluğa,
Ve ona..
Ve yalnızlığına…
Ve o kollarını açıyor ağlıyor, hala ayağında dolaşan karıncayla birlikte, uçuyor,
O, ağlıyor…  Tutmuyor…

Uyanıyor….
Sırılsıklam kalmış bir yatağın içinde durup öylece karşı duvara bakıyor nefes nefese ve her nefeste tek bir isim soluyor, isim boğuyor ve isim öldürüyor; hissediyor, bitiyor,  ve bir sesle irkilip kendinden geçiyor…
“kendini öldürüyorsun, öldürüyor seni içindeki, sen ölüyorsun, ve ben hiçbir şey yapamıyorum…” 

Pazartesi, Ocak 09, 2012

ACI SEKIL DEGISTIRINCE

Mücadele dediğin şey nereye kadar? Nereye kadar tek başına gidebiliyor insan.
Çok sevdiğim bir arkadaşımla geçen akşam Taksimde tahta bir masanın üzerine koyulmuş bir tabak patates kızartmasının yanında bize eşlik eden biralarımızla konserin başlamasını bekliyorken, konuştuklarımızla sarhoş olduk, daha bir yudum bile alamamışken.
Çok güzel bir cümle kurdu bana ve gözlerim dondu kaldı o anda, vay canına diyebildim yalnızca.
“Tek başına iki kişi için ağlama, bu seni çok yorar…”
Tek başına iki kişi için ağlama… Verdiğim mücadele tek başına ve belki de mücadele bile değil adı kendi kendime boğulduğum saplantı koydum artık adına.
Bir insanı çok seviyor olmanın gerçekten (kusura bakmayın ama) bir boka yaramadığını anladığım 2012 yılında olduğum için bu yüzyıla gıcık olsam da, herkesi seviyorum ben yine de, banane…
Dedim ya, bir insanı çok seviyor olmanın hiçbir işe yaramadığı, eski zamanlarda doğmuş ama tarihi farklı koyulmuş bir yürek taşıyorum içimde. Çok sevip çok sadık kalanlarından, ve çok saflarından belki çok sağlamlarından.. Haddinden fazla güçlü belki de, ardında görünmez kırılganlıkları var aslında…
“Kadın gibi kadın olmayı becerebilseydik keşke, keşke onlardan daha çok erkek olmasaydık…” diye de çok konuştuk.. Bu kadar güçlü olmak niye,  gözümüzü bu kadar karartmak ve birçok insanı karşımıza almaya razı olmak; o kadar ki ailemizi bile.. Niye? Kime?
Çok sordum bunları kendime. Bu kadar çok sevmek bu zamanda, yok yok hiç yakışmıyor, hiç yakıştırılmıyor.
Gerçek sevmeler yakıştırılmıyor ilişkilere.. Sahte övgü sözcükleri yer alıyor hikayelerin sonlarında, birkaç damla göz yaşı ekleniyor virgül niyetine, ardına birkaç cümle daha.. Sorun sende değil bende hikayelerinin çok geride kaldığını ya da kalması gerektiğini düşündüğümüz yaşları yaşıyorken, HALA bunları duymanın verdiği komediye ağlamalar…
Günlerin geceleri, gecelerin günleri kovaladığı saatleri yaşıyoruz, ağlıyoruz, uyumuyoruz, dualar ediyoruz, hala ondan başkasına bakmıyor gözlerimiz, hala “o” diye tutturuyoruz. Etrafımızdakiler kızıyor bize, ne var onda bu kadar, diye.. Vazgeçmiyoruz, vazgeçemiyoruz sevdamızdan, aslında APTALLIĞIMIZDAN!! Laf da söyletmiyoruz hani,  söyleyene tripler atıyoruz..
 Giden gitmiş, geride kalan biz hala neyin yangınındayız; bilmiyoruz…
Sahnede gitar çalan adamın şarkılarına gözlerimiz yarı açık yarı kapalı eşlik ediyoruz bağıra bağıra..
Biz hala uyanıyoruz sabahlara onların kokusuyla…
Bu kadar güçlü olmak niye… Erkek gibi(!) güçlü olmak, bu kadar sadık olmak, bu kadar aşık olmak, bu kadar sevmek bu kadar sevdalanmak, gözleri bu kadar karartmak, niye?? Kime??
Kim için bu cesaret?
Kime adanıyor bu cesur yürek??!!
Yürek çok fazla şeye alışıyor.
Ayrılık acısı ölüm acısına denktir diyorlar, dedim. Birden bir yara açıyor bir bıçak sol yanında. Kanatıyor kanatıyor kanatıyor, yakıyor yanıyor kavuruyor, olmuyor dinmiyor geçmiyor, söndürülmüyor, sönmüyor.
Yürek çok fazla şeye alışıyor. Zaman geçiyor. Zaman çok şeyi öğretiyor.
İnsan tek başına mücadele ediyor.
Bir süre..
Artık dizlerinin üzerinde bile durabilecek gücü kalmadığında anlıyor, kusursuz da olsa aşk, değmiyor gidene ardından HALA büyütmeye, beslemeye, beklemeye..
Değmiyor giden, hak etmiyor, yastığı ıslatan gözyaşları, avuçları açıp edilmiş duaları…
Hak etmiyor giden, kalanı..
Kalan hak etmiyor kalmayı..
TEK BAŞINA İKİ KİŞİ İÇİN AĞLAMAK YORUYOR, BİTİRİYOR…
Yeter artık dediği noktada bi ateş sürekli yanıyor, sönmüyor.. Kokusu yüreğin bedenin tüm hücrelerin etrafını sarıyor. Kızışıyor Kızgınlık yürekte. Birikiyor alevleri artıyor.. Burnundan solutuyor insanı, çenelerini sıktırıyor, gözleri dolsa bile ağlatmıyor! Durduruyor, daha da kızdırıyor… 
Yeter artık diyor insan.
Kızıyor.
Yeter artık diyor.
NE SEVGİSİNİ HELAL EDİYOR,
NE HAKKINI…


LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...