Cuma, Temmuz 29, 2011

Retweets...


….Daha dayanıklı  olmam lazım ama kız kardeşim “her şeyin bir yıpranma süresi var, kabul et artık”diyor…
*
Yalnızca ACI insanı geliştirirmiş; gelişimimi durdurma hakkımı kullanmak istiyorum…
*
Her “gidiyorum” dediğinde biraz daha kal diyebilmektir, Doyamamak
*
Eğer sizi üzen kişilere hala selam verebiliyorsanız bu, vicdanınızın Sadakasıdır…
*
Gülümseyen bir kadından daha çekici bir kadın varsa o da gözleriyle gülümseyen bir kadındır…
*
Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık sevdada boğulur…
*
Bazı aşklar yalnızca ayrılıklar için bile değer…
*
Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene Asla geri dönmez…

Pazartesi, Temmuz 25, 2011

Sabahin sesi....

Yalnızlık, 3katli bir okulun terasindan kocaman mavi bir havuza bakarak yakilmis bir sigara ve koca bir fincan yesil caydan ibarettir, sabah sabah...
Ve ardindan iceri girip birsuru sinifi olan bu okulun bir odasinda oturup muzik dinlemekve ona eslik ederek; derin bir ic cekisle devam etti...


"Dünya gozuyle bir gun daha gorsem
Bu nasil sevda öldurdu hasretten..."

şarkı için TIK


Pazartesi, Temmuz 18, 2011

on dokuz...

02.51…
Aynı…
Salonun aynı köşesinde, aynı koltukta, koltuğun aynı köşesinde, solunda oturuyorum…
Şarkı aynı.. Dönüp duruyor kulağımda saatlerdir…
En çok da piano sesini duyunca ürperiyorum, her defasında.. şarkının aynı yeri etkiliyor beni hep; 
Bi başı bi de sonu…
Aynı fotoğraf… Saatlerdir açık aynı fotoğraf…
Ve ardından gelenlerin sırası hep aynı.
Fotoğraftaki bi çift göz, aynı…
Durdum şimdi.
Çünkü şarkı yeniden başladı.
Yeniden piano sesi.
Aynı ses… Aynı his…
Elim yine gitti aynı göze… Aynı resme…
Bakıp gülümseyişim aynı..
Artsa da acı, daha da alevlense yangın, bakmaktan vazgeçmeyişim aynı..
Telefon saatlerdir durduğu yerde duruyor yanında da kol saatim..
Geçmiyor gibi gece. Sanki yerinde sayıyor gibi.
Saate ilk bakışımdan (00:14) bu yana, her şey aynı…
Oturduğum köşe…
Dinlediğim müzik…
Fotoğraf..
Ben…
Aynıyız…
Şarkı sonlanıyor şimdi…
Piano aynı, geceden beri..
Acı, demleniyor aşkın, yangının üstünde…
Ve koyulaşıyor yavaş yavaş içimde bi yerlerde.
Belki de bi tek bu farklı bu gecede.
Belki de durduğunu sanarken ben her şey yerli yerinde,
Hatta ben bile;
Bitanebişey artıyor giderek..
Hiç de aynı değil…
Dünden daha fazla….
Yarından daha az…
Giderek artıyor evet… 
Giderek koyulaşıyor…
Giderek yakıyor evet..
Hiç de aynı değil…
Çok farklı…
Durduğum yerde,oturduğum köşede, baktığım o resimde, kulağımda piano sesi, 
gözümde düşmek bilmeyen beni terk etmeyen sadık damla;
Fark etmeden;
Ve ayın on dokuzuncu gününde, ilk adımın tarihinde;    
Artarak bitiyorum…
Şarkı bitti..
saat 03:03….
19.07.2011...

SEV BENİ BENİ....

Nerden esti aklıma bu şarkıyı dinlemek....
her ne kadar bu cümle başka bi şarkıya ait olsa da, (yani bu şarkıya) şimdi dinlediğim şarkı aldı götürdü beni oturduğum yerden uzaklara...
ve bir deniz kenarına... Sağımda solumda ağaçlar var. Önüm alabildiğine açık. Denizin üstünde tekneler. Ve hep istediğim gibi en küçük olanın içinde olmak istemek...
Zeki MÜREN, dinlemek zaman zaman başıma vursa da, bu şarkıyı dinlemekten büyük haz alıyorum. Ve bir de eşlik ederek dinleyince, mırıldanarak, hatta fısıldayarak, çok çok haz veriyor... Hissederek dinlemek, her kelimesini her cümlesini, her nağmesini hissederek dinlemek.. İç çekmek...
İç çekip, sev beni beni demek....

Bence dinleyin.... Zeki MÜREN- Sev beni beni...

Kayboldum aşk yollarında, bul beni beni
Uçan kuştan, esen yelden sor beni beni
Ümitlerim kül olmadan,
Saçlarıma kar yağmadan,
Baharım da kış olmadan,
Sev beni beni...

Yumma öyle gözlerini, gör beni beni
Ben yıllarca ağlamışım, gel güldür beni

Gündüzler gecem olmadan,
Gerçekler yalan olmadan,
Yalnızlık beni bulmadan,
Sar beni beni

Canım sana feda olsun, vur beni beni
Şişelerden, kadehlerden al beni beni

Adım sarhoşa çıkmadan
Bir meçhule kaybolmadan
Rüzgarlarla savrulmadan
Tut beni beni


Yumma öyle gözlerini, gör beni beni
Ben yıllarca ağlamışım, gel güldür beni 

Gündüzler gecem olmadan,
Gerçekler yalan olmadan,
Yalnızlık beni bulmadan,
Sar beni beni


Pazar, Temmuz 17, 2011

SUS


Çok güzel susarım ben kendime.
Sesimi duyurmam bile kendi kendime. Çok güzel susar, sanki bir şey düşünmüyormuş gibi yapar ama çok şey düşünürüm.
Hatırlamam ki, oturup saatlerce derdimi anlatayım birisine. En yakın arkadaşıma bile. Ablama bile. Anneme bile. Anlatsam bile hep vardır anlatmadığım bir şeyler içimde. Sadece kendimle aramda olan sırlarım var hep. Hiç açığa çıkmamış. Hatta kendi gözlerimin önüne bile çıkmamış sırlarım, sıkıntılarım, hayallerim, kırıklıklarım var; ben bile bilmiyorum.


Çok güzel susarım ben.Bi kaç kelimeyle özetlerim geçerim. Uzun cümlelerimi çantamdan yollara savuralı çok oldu zamanında. Çok uzun cümlelerin hiçbir işe yaramadığını anladığım zamanda fırlattım attım onları. Baktım ki uzunluk ya da kısalık sonu değiştirmiyor. Konuşsam da olan oluyor, konuşmasam da..
Konuşursam çok yoruluyorum, konuşursam içimi fazla dışarıya çıkartıyorum, o içimi dışarı çıkartmak kötü geliyor bana. İyi gelmiyorum kendime. İyi yapmıyor kendim kendime olunca öyle.
Bazı şeyleri yaşarken, görürken ağzım açık kalmadığında bıraktım uzun cümleler kurmayı. Şaşırmadığım zamanlarda gülüp geçmeyi öğrendim. Üstünü kapamayı. Sonunda üç nokta kalmış cümlelerin bile üzerlerini kapattım tozlarla, bulutlarla. Belki de korkularımla kapattım onları sonra beyazlattım her yanı karlarla. Kardan buz tutmuş bi yerde küçük küçük kutularım var ve hepsinin kilitlerini fırlattım attım denize. Bir daha açmamak üzere…
Her hikayeye verilecek bir isim var hala ceplerimde. Harflerimin hepsi teker teker ellerimde. Her hikayenin bir cümlesi, her cümlemin bir kahramanı var yanımda.
Bak şimdi bile susturdum kendimi, hop dur bakalım gidişat gidişat değil ona göre diyerek. Sustum yine.
Nasıl da sevindim ama arabadan inip apartmana baktığımda, nasıl da sevindim ama apartmanda tek bir yanan ampül olmadığında.
Çok güzel susarım ben. Çok güzel sustururum kendimi.
Apartman bomboş şimdi.
Ben de boşum. Bomboş gibi sanki.
Ve çıkıyorum şimdi bu apartmandan da,
Ayaklarım nereye sürüklerse oraya..
Sessiz sedasızca…

Salı, Temmuz 12, 2011

TEKİM BEN BU GECE...

Evde tek olmanın en güzel yanı, Kendine kalmaktır. Ya da
En acı yanı kendine kalmaktır.
Kendine kalmak belki de evde tek olmanın en acı yanıdır..
Ya da; en güzel işte…
Çok fazla kendi sesini duyamasa da insan konuşacak kimse olmadığından, aslında en çok kendi sesini duyduğu zamanlardadır. Kendi sesiyle konuştuğu ve kendisini dinlediği, kendisine cevap verdiği ve tekrarladığı kendisini. Belki bir kadeh şarabı vardır yanında yerde otururken ya da elinde koca bir fincan kahvesi battaniyenin altında ısınmaya çalışırken.
Ve kendisi için bir şeyler yaptığını hisseder bu ikisinden birini içerken ya da daha farklısını bilemiyorum.
Doğduğumdan beri yaşadığım evim, aynı odam, aynı salonumuz, aynı banyomuz, aynı mutfağımız. Gözümü kapattığımda tamamen, kaç adımda odamdan salona gidilir bilirim, ve mutfaktan salondaki koltuğa yürümek çok da zor olmasa gerek…
Kapısından içeriye girer girmez hatta apartman kapısında bile ve merdivenlerinde, ne cümlelerim var; yürürken ne cümleler düşürmüşümdür kim bilir yerlere.. Ve duvarlara ellerimi sürerken merdivenleri tırmanırken, ne iç çekişler bırakmışımdır aşağıdan yukarıya… Evin kapısından içeriye girmeden önce sildiğim kaç damla gözyaşım vardır evdekiler görmesin diye ya da gülerek içeri girmişliğim kaç defa ve gülümsettiğim; kahkahamı yansıttığım anneme babama.. Ve ne olursa olsun kardeşimin odasına bakmadan geçemem hiçbir zaman. Evde olmadığını bilsem de başımı sağa çevirmek, onun kokusunu almam demekti belki de.. Ve hep söylediğim gibi, aşıktım kardeşime…
Bu dünyaya geldim geleli ne gördüm ne duydum ne öğrendim kim bilir...
Çok acı çektiğim bir gün, hava kararmış ve yağmur çiseliyordu. Hava serine çalıyor gibiydi ama aslında soğuk da değildi. Çıkmazdır bizim sokak. Ne kadar bizim olsa da benim olsa da ürkütür beni her defasında. Çıkmaz bir yola girmek, önüne ne çıkacağını bilememek ve belki de çaresizlikten ürkmek; ürkütmüştür beni hep. Kim bilir belki de bu yüzden grileri sevmem. Ya siyahtır ya beyaz yollar. Belirsizlikleri sevmemem, çaresiz kalmaktan ürkmem, ve bir şeyi yapmadan saatler önce yapmaya başlamak için içimi yemem… Belki de bu yüzden ya siyah; ya beyaz….
Sokağın başındaki duvarda bir kız oturmuş, belki benden 1-2 yaş büyük, küçük değil ya da belki 1 yaş. Oturmuş duvarın üstüne, sessiz sessiz ağlıyor, sol eliyle tutmuş olduğu çantası yere değerken kafasını kaldırıp bana baktı, bi an için göz göze geldik ve aynı anda burnumuzu çektik. Kaç yaşındaydık o zaman, ne o beni ne ben onu bilmiyordum ama ortak bir paydamız vardı onunla, ikimizin de canı acıyordu, kanıyordu… Çıkmaz bir yolda, tanımadığım bir kadınla, ne çektiğimizi ikimiz de bilmiyorduk ama, ikimiz de burnumuzu çekiyor, ikimiz de ağlıyorduk.. Ve o anda en büyük güç, ikimizin birbirine bakan çaresiz gözlerimizdi. Çok yalnız olduğumuzu sandığımız dünyada hatta o çıkmaz sokakta içine düştüğümüz çıkmazlığımızda, aslında bir çıkış yolu vardı çünkü kimse yalnız değildi..
Belki de bunu öğrenmiştik o anda…
Daha öncemden konuşmayı sevmediğimi kendime bile söyledim defalarca susarak… Herşeyin üstünü örttüğümü, gömdüğümü bir çok şeyi, ve kendi içimde “sevmediğim” o birkaç kişiyi de affettiğimi, azad ettiğimi, bu dünyada herkesi sevmek zorunda olmadığımı ama tanımadığım insanları bile sevdiğimi… Ve daha nicesini...İtiraf ettim kendime.. Konuşmayı sevmiyorum bile kendimle…
30uma 4 kala nereye geldim, neredeyim diye sorar oldum şu sıralar içimdeki BEN’e. Bundan 3 sene önce, çok değil 3 sene önce oturup düşündüğümde kurduğum “26 yaş hayali”nin neresindeyim diye… Hayallerimin hangisini gerçeğe döndürdüm ya da hangisini öldürdüm. Hangi pembe senaryoma külleri karıştırdım, hangi karanlıklarıma güneş ışıkları yağdırdım.. Ne kadar büyüttüm kendimi acaba ne kadar yoğurdum kendimi yaşlarımla, ne kadar kırıştırdım suratımı Kahkahalarımla.. Mimik çizgilerim ne kadar belli oldu ve ne kadar gülüyor gözlerim hala…
Bundan 3 sene önceme gidemiyorum; öyle ki yarın sabah olduğunda bu geceme de geri dönemeyeceğim yani; bir saniyenin bile önemi olan şu hayatta ne kadar önemsedim ki kendimi.
Ve bir nefes verilesi kadar kısa ve basitken bir hayatın bitmesi, bu hayat o kadar basit ve önemsizken; neden boş yere üzdüm saf ve temiz yüreğimi…
Düşümdüm de, en büyük pişmanlıklarım nedir diye?
En büyük pişmanlığım, üzüntüm yüzünden annemi üzüyor oluşummuş. Pişmanlıklarımı her düşündüğümde, annemin yatağının üzerinde bana bakarak ağlayışı gelir gözümün önüne ve o anda olduğu gibi hatta daha fazla; kızarım sayarım söverim kendime…
En büyük yaralarımın olduğu en çok aşık olduğum adama bakınca hep içim burkulur. Ve hep şu cümle gelir aklıma; her ne kadar 22 yaşımdayken öğrenmiş olsam da onu paylaşmak zorunda kalmak zorunda olduğumu, onu paylaşmak hep zoruma gider ve “seni annemle bile paylaşmak istememiştim ben.. Ve şimdi paylaştığımı ve paylaşmak zorunda olduğumu anlıyorum. Sen benim ilkimdin. Ben de senin; öyle bilirdim. Öyle değilmiş”.
Ve öncemi düşünüp canım çok acıdığında yine; ilk ona, ilk aşkıma kızarım hep önce.. Önce ona sinirimi boşaltırım susarak yine.. Bağırırım bağırırım; Sen bile kandırdın beni yıllarca diye. Böyle söyleyince kendime, ve bu cümle bu dünyanın ağır yükünü görmezden gelmemi ya da fazla umursamamam gerektiğini fark ettiriyor belki de..
Çok büyük kararların köşesinden döndürdüm kendimi. Kendi ellerimle kendi hayatımı kurtarışlarım da vardır elbet. Ve kendimle gurur duyuşlarım. Çok fazla böbürlenmeyi sevmedim hiç, çuvaldızı kendime batırmak önce, hep daha sempatik geldi mazoşist benliğime.. Ama böyle olması gerektiğini söylüyordu bir ses içime…
Kasım ayı bebeğiyim ben.
Sonbaharın yaprakları yere düşmüş sararmış hatta rüzgardan uçmaya bile başlamış olur havalarda sonbaharda.. Doğum günlerim hep soğuk ve yağmurlu olur. Hava erken kararır, gün hep sarımtıraktır. Belki de güzün ruhu yansımıştır ruhumun bi yerlerine ama dünyanın her dönüşünden bir pembe iplik bulup çıkartacak kadar polyaaaana olmayı öğrenebilmiş bi kasım ayı bebeğiyim belki de..
Sarımtırak bir günün bebeğiyim ama, toz pembe bakıyormuşum işte hayata çok fazla…
Bazen iyi geliyor bu bana bazen yıkıp geçiyor savuruyor beni bi oraya bi buraya..
İnandıklarım istediklerim ya da istediklerim inandıklarım…
15 sene boyunca aşık bi kıza “sabret herşey çok güzel olacak sabret dua et” diye teselli vermiş ve nişanında ellerini sıkıca tutup “ sana demiştim” demiş bi kızım…
Ve "anne yarım" dediğimin yerde yatışına bakarken ağlayamamış içten içe kendini parçalamış ve şimdi bile içi titrese de bi iç çekişle hepsini kovan ya da üstüne kapatan;
ama avucumun içindeki ele bakıp titremiş ve nasıl olduğunu anlamadan dudaklarında gözünün yaşının tuzunu hisseden; Ben…
Ve şimdi durmuş kendi sorgulayan, durup durup boşluğa dalan, iç çekip ayağa kalkan, inanıyorum diyip içten içe çoğu zaman umudu kırılan, yine aynı kız, yine ben….
Ayaklarım ne kadar yere basıyor bilmiyorum, hayatımda bir adı olan her şeyi ne kadar yaşıyorum bilmiyorum, sınırım var mı yok mu onu da bilmiyorum, hala ben annemin “salak” kızı mıyım onu da bilmiyorum…
Bildiğim tek şey;
Bu gece ben tekim…
Kendimleyim…
Aslında en kalabalık gecemdeyim…

Pazartesi, Temmuz 11, 2011

BİZ ZAMANI...

Buranın en çok bu zamanını seviyorum..
Akşam vaktini, pardon; gecesini…
Balkonda oturmuş, ayaklarımı masanın altındaki korkuluklara uzatmışım, bilgisayarım kucağımda…
Çok büyük olmasa da çimleriyle uğraşmaktan büyük zevk alan babamın, ve bıraksanız günün her saati yeni çiçekler ekebilecek ve ekmiş olduklarıyla sürekli ilgilenen annemin; zamanının büyük çoğunluğunu geçirdikleri bir bahçesi var bu evin.
PEMBE EVİN.
Zamanında “teras”ındaki mermere oturup çok şey düşünmüşlüğüm, çok düş görmüşlüğüm ve çok büyük çökmüşlüklerimi paylaşmışlığım da vardır, ki büyümüşlüğümün hikayesinin bir ayağıdır belki de o terasın mermeri…
Belli aralıklarla monte edilmiş 3 tane beyaz ışık var.. ve her ışığın önünde bodur çam ağaçları.
Büyümüyorlar. Öylece duruyorlar. Güzellik katıyorlar. Aslında hareket etmiyorlar gibi duruyorlar ama ben fark ediyorum, dalları yer değiştiriyor. İster rüzgar dallarına yön veriyor olsun, ister çam ağacı kendi kendini hareketlendiriyor olsun, banane, nasıl olduğu şuan ne umrumda ne de amaaann… Hareket ediyor mu; ediyor…
Dikkatimi dağıtacak o kadar çok şey var ki aslında şuanda burada bunları yazarken, ama yine de inatla yazmaya çalışıyorum.
Bir de su sesi var… Yan bloktakiler bahçelerindeki çimleri suluyor. Çimlerin yanmaması için ya sabaha karşı sulamak gerekirmiş ya da güneş tamamen çekildiğinde, çimler soğuduğunda; gece vakti.
Eğer bu zamanlar dışında sulanırsa çimler yanarmış.. Ölürlermiş. Büyümez sararırlarmış.
Her şeyin zamanı var mı ki şu hayatta. Her şeyi yapmak için yaşamak için bir zaman mı biçiyoruz ki yaşamaya… beklediklerimizin hayal ettiklerimizin zamanı ne zaman ya da kaybettiklerimiz zamanında mı kaybedildi ki.. Ellerimizden kayıp gidenlerin zamanı ya da yeni gelenlerin geliş anı. Hangisi istediğimiz gibi hangisi planladığımız gibi.
Şimdi şöyle durdum da bi düşündüm… Gözümün önüne geldi suratını mıncıklamaktan zevk aldığım.. gülümsedim bu tabirime şimdi. “suratını mıncıklamaktan zevk aldığım”. Hatta şimdi bir de SMS atıcam ona utanmadan. Ne utanıcam be banane 
Şu an çok harika bir şey oldu. Öyle harika bir şey oldu ki “aaaaaa” diyip kahkaha attım. Yetmedi üstüne bi kere daha “e yok artık” dedim ve yine kahkaha attım.
Boşuna zevk almıyorum işte suratını mıncıklamaktan =)
Öyle değişik şeyler yazacaktım ki şuraya, hepsini unuttum gitti.
Neyin zamanıymış pardon?
=) zaman mı düşünüyorduk zaman mı yazıyorduk?
O zaman bu zaman değil.
Zaman… O’nun zamanı…
Zaman… Ben’im zamanım…
Bence zaman şimdi karşımdaki ışıkların vurduğu çimlere bakarak bir de arkamdan gelen minik böcük sesleriyle birlikte zaman; Biz’im zamanımız…
Zaman.. Hep Biz’im olsun…
Zaman hep BİZ ZAMANI olsun...
Hadi keyifli zamanlar…

Perşembe, Temmuz 07, 2011

HİSSETTİKLERİM...

Şimdilerde yollarının sık sık düştüğü, büyük büyük kavak ağaçlarının olduğu kocaman bir alana kurulmuş bir park..
“hissetmesi lazım” diyerek gözlerime bakışı geldi şuan aklıma.
Üzerinde beyaz uzun kollu bir giysi vardı. Beyaz hep yakışır ona bence, esmerleşmiş iyice güneş yakmış yaz sonu nihayetinde…
“hissetmesi lazım”…..

*
Bu klavyenin üzerinde tırnaklarımın kırmızı ojeli oluşunu seviyorum. Nasıl da birbirlerini kovalıyor gibiler. Neler neler yazıyorlar kendilerince ya da beyin emir verdikçe ya da HİSSETTİÇKE….
*
Nedendir sulu gözlüyüm bugün… Bu sabah iç çekerek uyandım ve iç çekerek uyandığım sabahların akşamına geldiğimde mutlaka bir damla göz yaşım düşer elime…
Normalde ağlayamam ben.
Kimsenin bilmediği gizli sırlarımı bilen bitanecik ve en küçük teyzemin cenazesinde bile istediği gibi ağlayamamış sadece içten içten titremiş, ama kendini tutmuş bi kızım ben. Belki de kocaman bi kadınım ben kendi içimde…
*
Özlemlerimin ve acılarımın arasında yürürken kendi kendimi büyüttüm belki de.. Belki de onlar büyüttüler beni. Ya da birlikte büyüdük. Küçükken diz yarıklarımın acılarıydı ağlatan, şimdi yürek yanıklarım beni ağlamaktan alı koyan. Bu kadar mı nasırlaştım ve taşlaştım merak ediyorum. Bu mu acaba büyümek ya da daha da küçülmek. Çok şey yaşamadım belki; belki çok şey yaşadım kendimce ama derinlerde bi yerlerde daha da derinlere gömülmüş yaralarım ve hala yukarıya sızan kan damlalarım var. Üzerlerini kahkahalarımla kapattığım zamanında ve şimdi susmayı tercih ettiğim ya da susmayı sevdiğim aslında. Çok mu konuştum ki zamanında ya da çok mu şey anlatmaya çalıştım etrafımdakilere ve yoruldum, yorgunluktan bitap düştüm belki de, ve çöktüm dizlerimin üstüne.
Düşündüm de, en son ne zaman kanadı dizlerim gerçekten. Yürürken ya da koşarken… Bisiklete bindiğim en son günü hatırlıyor muyum.
Ya da şimdi dudaklarıma değen tuzlu gözyaşım… Senden önceki yaşlarım neredeydi… Ve ne zaman dudaklarıma değdi…
Gece saat 00:25 şimdi.
Evimde.. Tekim..
Dağınık her yer… Hazırlanırken dağıtırım ben her yeri…
Evin her köşesine bırakırım bir hazırlık hikayesi…
Birine bir göz kalemi, diğerine bir mendil paketi.
*
Çok güçlü olduğunu düşünen ama uzun yollarda adım atmaya mecali olmayacak kadar yorgun bi kızım ben. Belki de çok yorgun bir kadınım ben.
Aramaktan yorulduğum, yorulurken aramaktan caymadığım ve her defasında “asla yapmam bundan sonra” dediğim her şeyi yaptığım…
Ellerimi açıp dua etmekten vazgeçmesem de, dua ederken hiç ağlamam… Suratımı ekşitirim belki, ya da mimiklerimle konuşurum ellerimi açıp ama bu akşam nedendir farklı.
Bu akşam açtım ellerimi dua ettim, ağlaya ağlaya..
Çok mu sulu göz oldum?
Yok yok sulu gözlülük değil bu.
Elimdekilere bakıp, avuçlarımın kızarıklığına haykırışım.
Tutmak isteyip tutamadığıma değil kendi ruhuma haykırışım.
Gitmek istediğim ama gidemediğim yollara, kurduğum hayallerin kırıklığının ardındaki avuntularıma…
Daha önce yaşadıklarıma bile değil, şimdi nefes aldığım zamanlarıma…
*
Çok şey atlatmış bir kızım ben zamanında.
Belki de çok şey yaşamış bir kadınım…
*
Şimdi düşündüm de olmak istediğim yerde miyim diye?
Yok değilim..
Olmak istediğim yer kadar sıcak değil oturduğum koltuk ve dayandığım yastık.
Zaten böyle ağlayıp zırlamak da değil yaşamak istediğim ruh halim, ama biliyorum bu anlık..
Zaten devamı gelirse bu yaşların, devamı gelirse bu yanıkların,
Kanım sızarsa daha da yukarılara,
Belli ki gidiyorum kendimden….
Belli ki daha büyüyen küçük bir kızım ben..
Belli ki, zamanını unutmuş zamanların üstüne göz yaşının tuzunun farkına varmış bir kadınım ben..
*
Şimdilerde yollarının sık sık düştüğü, büyük büyük kavak ağaçlarının olduğu kocaman bir alana kurulmuş bir park..
“hissetmesi lazım” diyerek gözlerime bakışı geldi şuan aklıma.
Üzerinde beyaz uzun kollu bir giysi vardı. Esmerleşmiş iyice güneş yakmış yaz sonu nihayetinde…
“hissetmesi lazım”…..

Cuma, Temmuz 01, 2011

ANALİZ YAPTIM KENDİMCE....AMA SADECE ÖYLE İŞTE....

Neler neler yazdım şuraya zamanında.. İlk açtığım gün bu bloğu, ilk iş yerimdeydim, ilk odamda, kendime ait evimin dışındaki ilk özel alanımda… Hayatımdaki ilkerden birisinde, ilk çalışma odamda… Neleri düşünerek görerek hissederek yazmıştım yazdıklarımı… Şimdi birer birer gözümün önünden geçiyor insanlar, o odanın duvarları bile gözümün önünde şimdi, dönen koltuğum hala benimle birlikte ama farklı bir yerde, iş yerimin odası farklı yerde, iş yerim farklı yerde,

Şöyle dönüp baktım da insan neler yaşıyor neler aşıyor, neler geçiyor başından neler gidiyor hayatından ve neler dahil oluyor aynı hızla…
Ne acılar yaşanıyor ne kahkahalar atılıyor…
Şimdi dönüp yazıların hepsine tek tek bakmadım belki ama şöyle bir başlıklarına göz gezdirdim neler yazmışım diye..
Şaşırdım da itiraf etmem gerekirse kendime…
Şaşırdım da yaşadıklarıma, hayatıma…
Yaşarken fark etmiyor muyuz ki ya da etmiyor muyum ki bilmiyorum ama yazdıktan sonra “bunları ben mi yazmışım” dedim ya da “ben mi yaşamışım”…
*
Uzun bir sahil ve sahil boyunca kayalıklar var. Omuz omuza vermiş oturuyoruz. Güneş batıyor sağ tarafta ve arka taraftan hep uçaklar havalanıyor, o kadar yakınız havaalanına. Her havalanan uçağa kaldırıp başımı bakıyorum ve her defasında bıkmadan hayret ediyorum bıkmadan şaşırıyorum “nasıl uçuyor bu yaaa” diyerek.. Ve sanırım 56 yaşıma da gelsem yine şaşırarak ve hayret ederek bakacağım o uçakların uçuşuna….
Tam da fotoğraflıktık evet aslında
*
Ve hayatımın en cesaretli olduğu yaşındayım şimdi belki de.. Ve her şeyi göze almış gibi.. Ve kaybedecek zamanımdan korkum yok. ve yalnızlıktan korkum yok. ve kendimsizlikten korkum yok. ve kaybedecek bir şeyim yokmuş gibi, ne çok aslında.. Ama “o kadarı yeter bana”.. Fotoğraflık olsun yeter ki..
Yarından beklentim nedir? İnandıklarım..
İnandıklarım nedir? İstediklerim..
İstediklerim nedir? İnandıklarım?
İnandıklarım nedir? Kendi iç sesim.
Kendi iç sesim nedir? “tam da fotoğraflık” olan..
“Tam da fotoğraflık” olan nedir?
*
O kadar…..

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...