Cumartesi, Aralık 24, 2011

Uzun zaman üstüne....

Baktım da en son yazının üzerinden çok zaman geçmiş.. Baya geçmiş. Ki bilirdim sabah akşam yazdığımı ve paylaştığımı, yetmiyormuş gibi yattığım yatağımdan kalkıp bile, saçım başım birbirine karışmış, gözlerim kısık kısık, tıkır tıkır yazdığımı..

Zaman, geçiyor işte...

Neler gelip geçiyor insanın hayatından. Ya da neler geçmiş gibi görünüyor da kalıyor aslında geçmişte öylece durup.
Sonsuza dek kaybettiklerim ve varken bile göremediklerim.
Sevdiklerim ve sevmediklerim tarafından sevilmişliklerim.
Özlemlerim ve özlemlerimin özlemleri...
Özlendiklerim taraflarından ve acıdığım yaraladıklarından...
Kahkalarım ve kahkaka ortaklarım..
Arkadaşlarım, yanıma kalanlarım ve hayatıma yeni kattıklarım...
Yazdıklarım ve paylaştıklarım
Yazdıklarım ve kendime sakladıklarım...
Fotoğraflarım ve montajladıklarım...
Bakmaya doyamadıklarım ve bakmaktan korktuklarım...
Sırlarım ve bi de ortaya attıklarım..
İş yerindeki suskunluklarım ve haykırışlarım...
Şu yaşım ve geçmişteki yaşlarım...
Salondaki koltuğun baş köşesi ve şimdi de yine baş köşesi...
Yazarken dinlemekten en zevk aldığım ses, ve şimdi dinlediğim yine aynı ses....
Durup durup kafamı kaldırdığım aynı "es" ve iç çektiğim aynı nefes...
Gece yatarken ellerimi açıp ettiğim duam, ve duama ettiğim adağım...
Duam varlığım,
Varlığım yokluk,
Yokluk Nefes,
Ve yoklukta bir nefes kadar var.
Ve bir nefes kadar,
Ve bir can kadar.
Ve varlık kadar büyük yokluk,
Ve yokluk kadar önemli,
Önem kadar büyük ve aslında....

Ve aslında ne kadar birbiriyle bağlantılı herşey...
Herşey değişiyor...
Herşeyim değişiyor...
Hayat geçiyor..
Hayatım geçiyor..
Giden gidiyor Kalan sağlar bana kalıyor
Ama ben biliyorum aslında
Asıl gideni ve kalanı....
Aslını ben biliyorum..
Çünkü aslını Ben soluyorum....

Cumartesi, Ekim 01, 2011

Her gün birileri gidiyor hayatımdan.. Ve artık dudağımın kenarından gülümsemeyle izliyorum olanları. Gülümseme belki de küçümseme ya da çok önemseme ve belli etmemeyi isteme, adı neyse ne...
Gidenler.. Ve kalan...

Herkesin hayatlarının yoğunluğunun arasında bi yerlerde tek başına kalmış ve bazı kalabalıklara sıkışıp yalnızlaşmış bi ruh olduğunu, bir AVM'de tek başına yürürken anladı. "Yanıma gel" diyebileceği bir elin 5 parmağını geçmeyecek kadar insanın bi yerlerde birileriyle olduklarını ve gelemeyeceklerini; gayet gülen sesleriyle söylediklerinde; bunu işittiğinde anladı...

Hep böyle olur ya, tesadüfler hep filmlerde var gibi görünürdü ama aslında film diye izlediklerimiz gerçek hayatların ta kendisiydi..

İşte şimdi tam da öyle bi yerdeydi. Koca bir AVM.. Bulunduğu koridorda sadece kendisi var gibi ve sanki dönüyor mağazalar etrafında, evet yalnızlığında...

Garip...

Perşembe, Eylül 08, 2011

NEY....

Odamdayım iş yerimde...

Diyete uygun yemek yenildi....
Çay içildi.. Bi de püfürttürüldü bugünlük....
Pazartesi günü minikler geliyor diye okulda yoğun bir çalışma var.
Ben şu 10 dakikayı kafa dinlemeye ayırdım.
Zamanında ney üflemeye niyetlenmiştim. Olmadı.
Ama dinlemekten hiç vazgeçmedim.
Odam huzur doldu....

Ney'İn huzuruyla; eski huzurum şimdiki huzursuzluğumla başbaşayım odamda.. İçine iç çekişleri de kattım... Dinliyorum....

Salı, Eylül 06, 2011

saklambaçç....

Yazmıyorum gibi geliyor bana bloğuma bakınca ama gerçekten yazıyorum =) Yazdıklarımı kendime saklama gibi bi huy geliştirdim bu aralar. Aslında paylaşılabilecekken hazırda bekleyen bisürü yazı var ve ben hiç birisini paylaşmıyorum. Uzaktan izliyorum hepinizi ve belki yorum yazıyorum belki yazmıyorum. Her gün bloğuna bakmadan güne başlayamadıklarım var aranızda ve aslında onlar bile bilmiyorlar gizliden takip edildiklerini =) ama bence bunu okuduklarında anlayacaklar, kendilerini bilecekler yani =)
Yazdıklarımı kendime saklamak, kendimi birilerinden saklamak, köşe kapmaca oynamak ve görmek istediklerime bile görünmemek..
İstiyorum da İstemiyorum gibi..!
Bunu da bu ara çok taktım dilime.
İstiyorum da istemiyorum!
İstiyor musun istemiyor musun nedir derdin Pınar nedir derdin.. =)
Saklambaç oynayasım var heralde bu aralar dünyayla… Ben saklanıyorum ama hepinizi görüyorum…
Bilgisayarın camının karşısından, arabanın dikiz aynasından, masanın karşı tarafından ve yakamozun düştüğü tarafından denizin….

“Yarım ay var gökyüzünde bu gece; tamam biraz daha yalnız kalalım,
 Dolunay olduğunda gel, 
yakamozda elini ver, 
gel, 
lüfffen lüffffenn….”

Pazartesi, Ağustos 22, 2011

BURCU'YA:SORGULAMAMANIN İNCELİKLERİNE DEĞİNMEYİ DENİYORUM :)

Sorgulamamayı nasıl beceriyorsun Pınar? Bir de onun inceliklerine değinsen hani :) demişti BURCUCUM... =)
Değinmeyi deniyorum şimdi söz verdiğim gibi,
bakalım olcak mı… ;) 
Aslında çok ince bi nokta ve aslında çok basit ve aslında çok karışık
Düşündüm de acaba gerçekten sorgulamadan mı yaşıyorum diye..
Yok aslında öyle değil ya da öyle de, işin özü İNANDIĞIMI YAŞIYORUM
Altıncı his denilen şeyin varlığına gerçekten inanan ve bunu çok derinden yaşayan biriyim. Böbürlenilmeli mi bununla bilemiyorum ama bazı şeyleri hissedebilme konusunda iyi olduğumu söyleyebilirim.. Birini ilk gördüğümde hoşlanmadıysam mutlaka bi zaman sonra bi falsosunu yakalarım. Birisine çok kanım kaynadıysa eğer kaynamıştır onun için her şeyi yapabilirim. Belki bazen aşırıya kaçabilirim ama bu da benim yapım ne yapabilirim.
Ve bi de konuşmayı çok sevmeyen biriyim. Aslında böyle biri olDUM. Çok konuşmanın gerçekten çok fazla faydası olmadığını fark ettiğim anda susmayı, dinlemeyi ve izlemeyi seçtim. Böylesi daha iyi gibi geldi. İzleyip dinleyip bazı şeylere ulaşmak daha cazip geliyor. Çok şeffaf ama aslında çok kapalı biriyim. Beni tanıyanlar hep bırak artık kendinden vermeyi, her şeyini anlatma sus biraz deseler de beni çok çok iyi tanıyanlar hep senin böyle bi huyun var mıydı ya da diyebilirler. Fazla konuşmak fazla cümle kurmayı gerektirir. Fazla cümle fazla didiklemeyi fazla didiklemek de huzursuzluk takar peşine.
Yakın zamanda, çok değil daha 6 ay öncesine kadar bırak sorgulamayı ya ne geliyosa onu yaşa bi diye bi cümle kullandım. Aslında kendi yaptığım şeyin tavsiyesini verdim. Aslında yaptığım şey, inandığım şeyin peşinden gitmekti.
Çünkü ya yaşarsın ya kaçarsın
Böyledir bu!
Bi insan kendisini tanıyorsa eğer, inandıkları ve inanmadıklarını kendi içinde gruplayabiliyorsa eğer, çok fazla sorgulamanın alemi yoktur.
İnanıyorsan yaşarsın, inancının içinde bi parça da olsa inançsızlık varsa eğer işte o nokta geri dönülesi bi noktadır..
Aşıksan aşıksındır. İmkansız gibi görünse bile eğer sen inanıyorsan, imkanlar sadece kendi elindedir.
Gitmek istiyorsan gidersindir. Günü belki bugün değildir ama bi gün gideceğin gündür.
İki yol çıkar karşına biri aydınlık biri karanlık. Işık görmek istemiyorsan karanlık olanı seçersin ama belki de o karanlığa kendi ışığını yaratacağına inandığın için girmişsindir
Hayata karşı kalkanlarım olmadı hiç. Ne geldiyse onu yaşadım hep, sonrasında keşke yapsaydım dememek için. Zararı yok mu, var Yaşamadan kaybedeceklerimden, olsaydı ne olacaktı diye düşüneceklerimden daha çok değil..
Gurur diye diretilen şeyi çok fazla taşımam ceplerimde. Yüzsüz değilim elbette ama bir gurur bir inat uğruna istediğim inandığım şeyden asla vazgeçmem, sonuna kadar savaş yani
Olmayacak bir şey diye düşündüğüm bir şey için değil ama, İNANDIĞIM BİR ŞEY için sonuna kadar
Ya çok acizce ya çok güçlüce bi taktik bu belki hayata karşı..
Bilmiyorum ama böyle..
Olanlar olduktan sonra kendi kendime didiklemiyor muyum didikliyorum. Gecelerce düşünüyor düşünüyor sabahları etmiyor muyum ediyorum. Ama benim bu sorgulamasızlığım ya da bu cesur yürekliliğim yüzünden, kendimi suçladığımdan yargıladığımdan değil bu; gördüklerime inanıyorum ve inandıklarım yıkılıyorsa eğer; bazı şeyleri bana gösterenlerle ilgili bir problem olduğunu düşünüyorum, benimle ilgili değil
İnsanlara inanmamayı pek beceremedim bu yaşıma kadar, sanırım bundan sonra da beceremem, yalan duymak en sevdiğimle yollarımı ayırmam için tek sebebim Yalan varsa orada inanılacak hiçbir şey yoktur çünkü
ihtimal dahilindedir”; çok sevdiğim birinden yeni öğrendiğim bi cümle
Hayatta hep bi ikinci şansımız varsa eğer, bi ikinci şansın olmaması da İHTİMAL DAHİLİNDEDİR. Bunun bilincindeyim elbette Hayatımdaki her şey için şans demem ama bir şeye eğer şansım diyorsam eğer; şansımdır.. Çok şanslı bi insanmışım gibi de gelmiyor ama birine bir yere eğer ŞANS diyorsam şanstır o Ben öyle diyorum çünkü ben öyle inanıyorum.. Hele bi de Son Şansımsa eğer Son inandığımdır ve benimle olmalıdır
Grileri hiç sevmem. Ya siyahtır ya beyaz.. Neyin siyah neyin beyaz olduğunu bilemeyiz belki bizim için ama grileri sevmediğimi biliyorum. Bir şeyin beyaz olduğuna inanıyorsam bugün, o beyazdır Yarın siyah olursa eğer, o zaman da siyahı yaşarım çok problem değil. Bugün bana beyaz gelen yarının siyahı olabilir diyerek, yarınımın da beyaz olma ihtimalini yok sayamam Bu gün beyazsa eğer gerçekten, yarın da beyaz olma ihtimali muhtemeldir ve belki de çok yüksektir.
Çok yakın bir arkadaşım uzun zamandır terapi alıyor ve terapileri ile ilgili sadece tek bir cümle söyledi bana; psikiyatristim dedi ki, yarını düşünerek bugünü yaşamaktan vazgeçme, hatta 1 saat sonranı düşünerek bile bu saniyeni heba etme. Bırak yarın geldiğinde yarını yaşarsın. Önce bu anında bul kendini…”
Doğru mudur yanlış mıdır, tartışılır elbet
Yaşadıklarımız değil midir ki zaten hayat görüşümüzü belirleyen
Yaşayarak büyüyoruz madem, herkesin bi yaşam biçimi bi felsefesi var
Belki de benimki bu..
Ya siyah ya beyaz.. hep uçlarda belki de, ya dipte ya tavanda.
Çok fazla sorgulamak, çok fazla kayıp demek gibi geliyor bana..
Yarından korkmak demek; bugünden caymak ve yarın yaşanacak hayattan kaçma gibi
Bugün mutluluk varken, yarının endişeleriyle bugünü de zindana çevirmek
Acabalar daha bi bebek dünyaya gelmeden önce bile var kız mı olacak erkek mi acabadiye.. Nedir yani, ben kız çocuk istiyorum ama erkek olursa diye çocuk sahibi olmayayım mı?
Derdim şu ki, acabalarımız yüzünden yaşayacaklarımızdan vazgeçmeyelim
İnandığımız şeyin peşinden gitmek, yaşama amacımız demek
Pes etmek, mücadele etmekten de caymak demek
Herkes birbirinden farklıdır kabul, kırılmak kızmak mutlu olmak şahlanmak, her şey her şey bizim içinse madem
Bazen risk almak iyidir
Su akar yolunu bulur..
Bazen bırakmak akışına iyidir..
Elindeki asanın adı inançolursa eğer, gerisi teferruattır
Ölmek için yaşıyoruz her gün, diye okudum geçenlerde
Hayatın ipleri sanki ellerimizde gibi görünse de, aslında biz hayatın ellerindeyiz
Sevgiler... ;)

Pazar, Ağustos 21, 2011

BAZI YERLER....

Bazı yerler insana gerçekten acı veriyor. Hani olur ya kapısından içeri girdiğiniz andan itibaren gördüğünüz şey oradaki koltuklar sandalyeler ve tavan değildir, daha önce orada görüp geçirmişliklerinizdir. Kokusu bile yüzünüze vurduğunda aynı mutluluk ya da aynı huzur ya da aynı huzursuzluk ya da aynı acı canlanır. Hareketlenir birden ortalık. Birileri koşuşturmaya başlar etrafınızda. Sesler duymaya başlarsınız. Belki çığlıklar ya da sessizlikler içinde kaybolursunuz. Sizi ziyarete gelen en yakın arkadaşınızla birlikte yediğiniz yemeyi ya da kimsecikler yokken oturup ağladığınız ve yumrukladığınız sandalyeyi…
Sonra terasına çıktığınızda hatırlarsınız sigaranıza çayınıza eşlik eden çok ekli gazeteyi.
Ve hatırlarsınız günün burada geçen en zevkli saatini…
Gelişinizi ve gidişinizi..
Gelenleri ve gidenleri…
Gelmeyenleri ve zaten gelmediği için göremediğiniz için gidişleri…
Ve hayalleri görürsünüz.. Olmasını istediklerinizi ama bir türlü gerçekleşmeyenleri…
Hangi odada hangi şarkının çaldığını
Ve ağrıyan bedeninizi dinlenmesi için rastgele kendinizi üzerine attığınız halıyı…
Yalnızlığınızı..
Ya da kalabalıklığınızı…
Kendinizin farklı kişiliklerini..
Şizofrenik hallerini…
Ve depresyona girmiş kendinizsizliğinizi..
“kendinizsizlik”..
Böyle bi kelime var mı acaba, ya da şimdi ben mi uydurdum ki burada?
Aman bilmiyorum ya diyorum ya, bazı yerler acı veriyor insana..
Ben de tam öyle bi yerdeyim şuanda…
Her şeyi çok tazeyken yaşadığım…
Ve yalnızlığı paylaştığım…
Bazı yerler acı veriyor insana…
İç çektiriyor..
Ama…
Bi işe yaramıyor….

Salı, Ağustos 16, 2011

Günün en sevdıgım zamanı....

Günün en sevdiğim zamanı şu zamanlar.. yani şimdiki gibi 17:52 zamanları..
İşten eve gelmişim, yorgunum, oruç deseniz artık son saatlerini oynuyoruz ve sabrın sınırındayız.
Sessizleşiyorum ve geliyorum koltuğuma oturuyorum. Bu koltuk artık bana ait gibi oldu. Evin hiçbir bireyi gelip oturmuyor. Hep boş. Hele geceleri sürekli bana ait. Öyle ki köşesinde ne yazılar yazıyorum oh oh…
Bilgisayarımı alıyorum kucağıma, tıkırdatıyorum, beynim düşünüyo, yüreğim söylüyor ben yazıyorum.. Bazılarını paylaşıyorum bazılarını kendime saklıyorum.
Düşünüyorum düşünüyorum düşünüyorum..
Geceleri uyku tutmadığından, günün bu saatlerinde hafif bi uyku bastırıyo gibi.. Tatlı tatlı geliyor, gözlerim kapanıyor, uyuyorum güya, evin içinde olan herşeyi duyarak.. buna uyumak diyorsak yani.. Bazen robot olduğumu düşünüyorum. Bu kadar az uykuyla nasıl ayakta durabiliyorum diye. Kendim bile kendime ilginç geliyor, ey gidi sevgili hayatım !
Neyse dediğim gibi..
Şimdi müziğimde SILA  var. Bilgisayarım kucağımda. Az kaldı iftara…
En kendimdeyim şimdi..
En bendeyim…
Günün en sevdiğim zamanında….
Sevgiler…

Pazartesi, Ağustos 15, 2011

Şarkı: Ahmet Enes-Cennet

Ben bu şarkıyı daha yeni dinledim. Meğer çok fazla hayranı varmış. Belki yeni dinleyecek olanlar vardır benim gibi.. Ya da hayranları vardır diğerleri gibi... Sevgiler.... İyi dinlemeler....

hani fani bu hayat ümit bağlayamam
olmadı diye oturup ağlayamam
gönlü geniş olan sükutu öğrensin
sevgimi yok yere ele bağlayamam
gelir mi diye hayallere sığınamam...
kemale eren kendinden versin

sevdim, kaç kere bilemem
yaşadım, yok inkar edemem
bıktım, senle baş edemem ben
zaman öyle de geçiyor
hayat böyle de bitiyor
ama umudum cennetten

ben dalkavuk olanı hizaya getiremem
sorma bana ben görünmezi göremem
merak eden kendine yönelsin
boş yere kimseyi oyalayıp üzemem
geçici şeylere heves edip üzülemem
fikrim, hevesimi alt etsin

sevdim, kaç kere bilemem
yaşadım, yok inkar edemem
bıktım, senle baş edemem ben
zaman öyle de geçiyor
hayat böyle de bitiyor
aman umudum cennetten

ben gözü görmeyene resim gösteremem
değerimi bilmeze değeri öğretemem
o önce, e haddini öğrensin
biten sevgiye imrenip özenemem
boş sözü duyup düstur edinemem
eden, kendine ah etsin

bildim lakin söylemem
gördüm ama izah edemem
dünya, senle baş edemem ben
zaman öyle de geçecek
hayat böyle de bitecek
e bitsin, umudum cennetten
sevdim, kaç kere bilemem
yaşadım, yok inkar edemem
bıktım, senle baş edemem ben
zaman öyle de geçiyor
hayat böyle de bitiyor
ama umudum cennetten

Cumartesi, Ağustos 13, 2011

Çarşamba, Ağustos 10, 2011

Ben simdi Ay Dede'yle konussam...

Ben şimdi Ay Dede’yle konuşsam.. Döksem içimi.. Anlatsam içimi kemiren her şeyi..
Bütün kırıklıklarımı döksem gözleri önüne…
Hepsine biçtiğim isimleri saysam…
İnandıklarımı ve güvendiklerimi..
Uğruna feda ettiklerimi..
Sevinçlerimi anlatsam..
Kaşımın üstündeki bebeklikten kalma yara izimi..
Daha yeni yeni adım atmaya başladığımda anneme koşarken televizyon sehpasına çarparak yardığım kaşımı.. Ve onun şimdiye kalan izini.. Ve o zaman çığlık çığlığa ağladığımda, annemin içinin nasıl titrediğini…
Doğduğumdan beri aynı evde olduğumu, aynı odada olduğumu, kardeşimle odalarımızı ayırdığımız ilk gün ne kadar üzüldüğümü, ama söyleyemediğimi…
Ve kardeşimin doğduğu ilk gün çok kıskandığımı… İlk haftanın sonunda ateşlendiğimi ve daha sonra onu sanki benim çocuğummuş gibi sahiplendiğimi..
4 yaşındayken kocaman bir anne olduğumu..
Kimya’dan sınıfta mı kalıcam diye korkarken, kalmadığımı öğrendiğimde nasıl da mutluluktan ağladığımı…
İlk kalp kırıklığımı…
Bana aşık olduğunu söyleyen ilk adamı…
Ardımda bıraktığım bir sürü adımı…
22 yaşımı anlatsam mesela…
İlk aşkımı paylaşmak zorunda olduğumu öğrendiğim sabahı..
Sonra annemi anlatsam…
Annem diyip iç çeksem… Ve devamını getiremesem…
Ben şimdi Ay Dede’yle konuşsam…
Anlatsam anlatsam anlatsam..
Öfkemi kussam,
Laneti savursam..
Umudumu ayakta tutmaya çalışsam..
25 yaşımı üflerken, “iyiki doğdun yaşam pınarım” yazan pastamın üstündeki 25 muma bakarak dilediğim dileği, ve o dileğin üstüne sanki inadına inadına, tezatla gelen şu günlerimi,
Bi tanecik teyzemi...
Ağlamaktan şişmiş gözlerimi…
Ve kahkaha atmaktan kısılmış sesimi…
Sonra elimin tersiyle silip atsam herşeyi..
Geride bıraksam hepsini.
Şu nefesime kadar ismi geçen herkesi..
Arkadaş sözlerini..
Gitme dediğim halde gideni…
Lanetler yağdırdığım düzeni… Ya da düzensizliği..
Gülücüklerimi…
Sevgimi…
Hayallerimi…
……….
Ve bütün bunları yazarken şuan, kafamı kaldırıp sola baktım yine, Ay Dede’ye..
Yok.. Gitmiş.
Bir varmış bir yokmuş…
7tepeli büyük bir şehirdeeee..
..................
İyi peki..
Kaşımın yarasını alırım sadece,
Onunla birlikte giderim ben de….!!!


Cuma, Ağustos 05, 2011

İstanbul'a bagırdım.....

Bu gece içimdeki çocuğu dışarıya çıkarttım.

Beyaz bi şort üstüne bi bluz… Ayağımda sandaletlerim, saçlarımı topladım..
Durdum şöyle bi, kapıdan içeriye doğru karşıdan baktım; Ne kadar da görkemliydi ışıkları ve ne kadar büyüktü bir çok oyuncak.
Ne kadar yükseklerde dönüyordu dönme dolap ve nasıl da çığlıklar atıyorlardı insanlar gondol’a bindiklerinde…
Ve “vay canına” dediğim, ters dönen kamikaze..
İçimdeki çocuğu dışarı çıkarttım sevgili
Gülümseyerek dolandım oyuncakların arasında…
Hayalim hep senin omzuna başımı koyup binmekti bu oyuncaklara..
Ve bir de bir gün adalara gidip bisiklete binmek de vardı hayallerin arasında…
Dönme dolap en tepede durduğunda aşağıya baktım kafamı çevirip. Ne kadar da kalabalıktı ama bana göre ne kadar da boştu oysa…
Rengarenk ışıkların tepesinde ve arasında beyaz bir şort parlaklığında kalmıştım, havada asılı sallanırcasına… Bindiğim ilk yer sanki herşeyin başlangıcı… Bir şeyin içine girmişim gibi, hem korkuyorum hem cesaret ediyorum. Ayaklarım yerden kesildikçe daha da kesiliyor nefesim. Yükseklere çıktıkça daha da hızlı atıyor kalbim. Dünyaya tepeden baktığımda sanki hayat ayaklarımın altında gibi, uçuyorum sanki. Sanki yüreğimdekiyle, göklerdeyim ben şimdi..
Sevgili, aşkın da böyle bişe gibi…
Derin derin nefes alıp sanki son nefesimmiş gibi hissede hissede yaşamak..
Ve yaşamaktan caymamak..
Öyle bir karartmak gözü..
Riskleri ceplerime sıkıştırmak, cesaretleri üzerlerine bulamak, ve aşkı koymak hepsinin üstüne.. Kapatmak hepsinin üstünü sevgiyle…  Aşk dediğimiz şey kadir değil mi ki her şeye..
Nasıl da hızlı sallanıyor gondol bi ileri bi geri ve nasıl da çığlıklar atıyor insanlar… hepsi bir ağızdan çığlık atıyorlar, aynı nidayla bağırıyorlar. Hepsinin ağzından çıkan nağme aynı, eda aynı, seda aynı…
Koşa koşa bindim.. Riskleri gözüm görmeden… Cesaretin elinden tuttum… Nefesimi yuttum…
Ve oturdum.
Uzun bir demirle korumaya aldılar beni. Sallanırken düşmemek için.. Bir demire tutundum ve başladı sallanmaya.. Başladım sallanmaya… Başladım yanmaya, içime akıtmaya, ve taşmaya hazırlanmaya…
Yine çığlıklar yükseldi hep bir ağızdan…
Korkular birleşti, zevkler birleşti. Kahkahalar “inmek istiyorum”lara karıştı….
O sırada, sağ tarafıma baktım.. Boştu yanım… Saçlarım da topluydu zaten..
Yukarıya doğru yükseldi oyuncak… Derin bir nefes aldım, ve bağırdım….
Adın yankılandı lunaparkta sevgili.. Ve o yankı, o oyuncağın şimdiye kadar görmediği kadar büyük, önemli ve TEK’ti…
Doya doya bağırdım. Yukarıya çıkarken sana doğru adınla seslendim. Uzaklara doğru, gök yüzüne doğru, gözümün gördüğü yeni havalanmış uçağa doğru, var gücümle, sesim kısılana dek, boğazım acıyana dek, yüreğimin sesini yükselttiği kadar, seni sevdiğim kadar sevgili, aşık olduğum kadar, kimseyi umursamadan, çığlığımdan utanmadan, yüz buldum aşkımdan,
Tuttum CESARETİN elinden…
İstanbul’a adını haykırdım..
 

Perşembe, Ağustos 04, 2011

Koltuk Köşesi...

Koltuğun sevgili köşesi..
Ne kadar da çok şeyi yaşadım sana yaslanarak… sol kolumu koluna yaslayıp ne kadar uzun geceler destek aldım senden.. Ve ne kadar çok dövdüm seni; özür dilerim.
“saatlerdir evin aynı köşesinde, salonda, aynı koltukta, koltuğun aynı köşesinde, pencere önünde oturmak…” ne çok yaptım bunu..
Sabahlara kadar oturdum.. sabahlardan geceleri bekledim durdum. Kalkıp tek bir lokma atmadım ağzıma, ihaneti yasakladım, vazgeçmedim yaslandım sana..
Sevgili koltuk köşesi..
Ne mutluluklarım var burada…
Tam karşımda duran evin kapısına bakıp bakıp gülümsediğim çoktur.. Ve “şimdi şurdan kaçıp gitsem” diye düşündüğüm de elbette mevcuttur..
Burası evin bana ait en özel yeri aslında. Herkesin görebildiği ama asla göremediği çok şeyin gizli olduğu, çok şeyimi anlattığım süngerlerine ve çok yaşımı değdirdiğim derisine..
Bilgisayarımın sıcaklığıyla ısıttım, kolumun teriyle ıslattım… Tek başıma dediğim gecelerde, ah ah sevgili sığınağım…
Şimdi yine buradayım.. buradayım ve oturuyorum.. yine aynı şekilde… yine saatlerdir ve belli ki oturulacak saatlerce…
İki kulağımı dışarıya tıkamış kulaklıklar ve çalan müzik bangır bangır. Şarkı burada… “bir gece bitti düşüm aniden…..düştüm rüyalardan düşler kararınca….”
Karşımda evin çıkış kapısı..
Şimdi ben burdan çıkıp gitsem, kaçsam kendimle birlikte, bulmasa beni kimse..
Soldaki pencereden rüzgar vuruyor koluma doğru şimdi. Menekşelerin çiçekleri yok baktım da saksıların bir tanesinde kalmış mor çiçekler.. Diğerleri dökmüş kendilerini…
Bacaklarımı yerinden kıpırdatacak pek halim yok gibi.
Kolumu bile kıpırdatacak halim yok.
Yüreğimi sevecek halim yok.
Kapadım üstünü.
Susturdum…
Sığındım sana sevgili koltuk.
Oturdum. Yok;
KALKMIYORUM BİR DAHA!!!

Cuma, Temmuz 29, 2011

Retweets...


….Daha dayanıklı  olmam lazım ama kız kardeşim “her şeyin bir yıpranma süresi var, kabul et artık”diyor…
*
Yalnızca ACI insanı geliştirirmiş; gelişimimi durdurma hakkımı kullanmak istiyorum…
*
Her “gidiyorum” dediğinde biraz daha kal diyebilmektir, Doyamamak
*
Eğer sizi üzen kişilere hala selam verebiliyorsanız bu, vicdanınızın Sadakasıdır…
*
Gülümseyen bir kadından daha çekici bir kadın varsa o da gözleriyle gülümseyen bir kadındır…
*
Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık sevdada boğulur…
*
Bazı aşklar yalnızca ayrılıklar için bile değer…
*
Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene Asla geri dönmez…

Pazartesi, Temmuz 25, 2011

Sabahin sesi....

Yalnızlık, 3katli bir okulun terasindan kocaman mavi bir havuza bakarak yakilmis bir sigara ve koca bir fincan yesil caydan ibarettir, sabah sabah...
Ve ardindan iceri girip birsuru sinifi olan bu okulun bir odasinda oturup muzik dinlemekve ona eslik ederek; derin bir ic cekisle devam etti...


"Dünya gozuyle bir gun daha gorsem
Bu nasil sevda öldurdu hasretten..."

şarkı için TIK


Pazartesi, Temmuz 18, 2011

on dokuz...

02.51…
Aynı…
Salonun aynı köşesinde, aynı koltukta, koltuğun aynı köşesinde, solunda oturuyorum…
Şarkı aynı.. Dönüp duruyor kulağımda saatlerdir…
En çok da piano sesini duyunca ürperiyorum, her defasında.. şarkının aynı yeri etkiliyor beni hep; 
Bi başı bi de sonu…
Aynı fotoğraf… Saatlerdir açık aynı fotoğraf…
Ve ardından gelenlerin sırası hep aynı.
Fotoğraftaki bi çift göz, aynı…
Durdum şimdi.
Çünkü şarkı yeniden başladı.
Yeniden piano sesi.
Aynı ses… Aynı his…
Elim yine gitti aynı göze… Aynı resme…
Bakıp gülümseyişim aynı..
Artsa da acı, daha da alevlense yangın, bakmaktan vazgeçmeyişim aynı..
Telefon saatlerdir durduğu yerde duruyor yanında da kol saatim..
Geçmiyor gibi gece. Sanki yerinde sayıyor gibi.
Saate ilk bakışımdan (00:14) bu yana, her şey aynı…
Oturduğum köşe…
Dinlediğim müzik…
Fotoğraf..
Ben…
Aynıyız…
Şarkı sonlanıyor şimdi…
Piano aynı, geceden beri..
Acı, demleniyor aşkın, yangının üstünde…
Ve koyulaşıyor yavaş yavaş içimde bi yerlerde.
Belki de bi tek bu farklı bu gecede.
Belki de durduğunu sanarken ben her şey yerli yerinde,
Hatta ben bile;
Bitanebişey artıyor giderek..
Hiç de aynı değil…
Dünden daha fazla….
Yarından daha az…
Giderek artıyor evet… 
Giderek koyulaşıyor…
Giderek yakıyor evet..
Hiç de aynı değil…
Çok farklı…
Durduğum yerde,oturduğum köşede, baktığım o resimde, kulağımda piano sesi, 
gözümde düşmek bilmeyen beni terk etmeyen sadık damla;
Fark etmeden;
Ve ayın on dokuzuncu gününde, ilk adımın tarihinde;    
Artarak bitiyorum…
Şarkı bitti..
saat 03:03….
19.07.2011...

SEV BENİ BENİ....

Nerden esti aklıma bu şarkıyı dinlemek....
her ne kadar bu cümle başka bi şarkıya ait olsa da, (yani bu şarkıya) şimdi dinlediğim şarkı aldı götürdü beni oturduğum yerden uzaklara...
ve bir deniz kenarına... Sağımda solumda ağaçlar var. Önüm alabildiğine açık. Denizin üstünde tekneler. Ve hep istediğim gibi en küçük olanın içinde olmak istemek...
Zeki MÜREN, dinlemek zaman zaman başıma vursa da, bu şarkıyı dinlemekten büyük haz alıyorum. Ve bir de eşlik ederek dinleyince, mırıldanarak, hatta fısıldayarak, çok çok haz veriyor... Hissederek dinlemek, her kelimesini her cümlesini, her nağmesini hissederek dinlemek.. İç çekmek...
İç çekip, sev beni beni demek....

Bence dinleyin.... Zeki MÜREN- Sev beni beni...

Kayboldum aşk yollarında, bul beni beni
Uçan kuştan, esen yelden sor beni beni
Ümitlerim kül olmadan,
Saçlarıma kar yağmadan,
Baharım da kış olmadan,
Sev beni beni...

Yumma öyle gözlerini, gör beni beni
Ben yıllarca ağlamışım, gel güldür beni

Gündüzler gecem olmadan,
Gerçekler yalan olmadan,
Yalnızlık beni bulmadan,
Sar beni beni

Canım sana feda olsun, vur beni beni
Şişelerden, kadehlerden al beni beni

Adım sarhoşa çıkmadan
Bir meçhule kaybolmadan
Rüzgarlarla savrulmadan
Tut beni beni


Yumma öyle gözlerini, gör beni beni
Ben yıllarca ağlamışım, gel güldür beni 

Gündüzler gecem olmadan,
Gerçekler yalan olmadan,
Yalnızlık beni bulmadan,
Sar beni beni


Pazar, Temmuz 17, 2011

SUS


Çok güzel susarım ben kendime.
Sesimi duyurmam bile kendi kendime. Çok güzel susar, sanki bir şey düşünmüyormuş gibi yapar ama çok şey düşünürüm.
Hatırlamam ki, oturup saatlerce derdimi anlatayım birisine. En yakın arkadaşıma bile. Ablama bile. Anneme bile. Anlatsam bile hep vardır anlatmadığım bir şeyler içimde. Sadece kendimle aramda olan sırlarım var hep. Hiç açığa çıkmamış. Hatta kendi gözlerimin önüne bile çıkmamış sırlarım, sıkıntılarım, hayallerim, kırıklıklarım var; ben bile bilmiyorum.


Çok güzel susarım ben.Bi kaç kelimeyle özetlerim geçerim. Uzun cümlelerimi çantamdan yollara savuralı çok oldu zamanında. Çok uzun cümlelerin hiçbir işe yaramadığını anladığım zamanda fırlattım attım onları. Baktım ki uzunluk ya da kısalık sonu değiştirmiyor. Konuşsam da olan oluyor, konuşmasam da..
Konuşursam çok yoruluyorum, konuşursam içimi fazla dışarıya çıkartıyorum, o içimi dışarı çıkartmak kötü geliyor bana. İyi gelmiyorum kendime. İyi yapmıyor kendim kendime olunca öyle.
Bazı şeyleri yaşarken, görürken ağzım açık kalmadığında bıraktım uzun cümleler kurmayı. Şaşırmadığım zamanlarda gülüp geçmeyi öğrendim. Üstünü kapamayı. Sonunda üç nokta kalmış cümlelerin bile üzerlerini kapattım tozlarla, bulutlarla. Belki de korkularımla kapattım onları sonra beyazlattım her yanı karlarla. Kardan buz tutmuş bi yerde küçük küçük kutularım var ve hepsinin kilitlerini fırlattım attım denize. Bir daha açmamak üzere…
Her hikayeye verilecek bir isim var hala ceplerimde. Harflerimin hepsi teker teker ellerimde. Her hikayenin bir cümlesi, her cümlemin bir kahramanı var yanımda.
Bak şimdi bile susturdum kendimi, hop dur bakalım gidişat gidişat değil ona göre diyerek. Sustum yine.
Nasıl da sevindim ama arabadan inip apartmana baktığımda, nasıl da sevindim ama apartmanda tek bir yanan ampül olmadığında.
Çok güzel susarım ben. Çok güzel sustururum kendimi.
Apartman bomboş şimdi.
Ben de boşum. Bomboş gibi sanki.
Ve çıkıyorum şimdi bu apartmandan da,
Ayaklarım nereye sürüklerse oraya..
Sessiz sedasızca…

Salı, Temmuz 12, 2011

TEKİM BEN BU GECE...

Evde tek olmanın en güzel yanı, Kendine kalmaktır. Ya da
En acı yanı kendine kalmaktır.
Kendine kalmak belki de evde tek olmanın en acı yanıdır..
Ya da; en güzel işte…
Çok fazla kendi sesini duyamasa da insan konuşacak kimse olmadığından, aslında en çok kendi sesini duyduğu zamanlardadır. Kendi sesiyle konuştuğu ve kendisini dinlediği, kendisine cevap verdiği ve tekrarladığı kendisini. Belki bir kadeh şarabı vardır yanında yerde otururken ya da elinde koca bir fincan kahvesi battaniyenin altında ısınmaya çalışırken.
Ve kendisi için bir şeyler yaptığını hisseder bu ikisinden birini içerken ya da daha farklısını bilemiyorum.
Doğduğumdan beri yaşadığım evim, aynı odam, aynı salonumuz, aynı banyomuz, aynı mutfağımız. Gözümü kapattığımda tamamen, kaç adımda odamdan salona gidilir bilirim, ve mutfaktan salondaki koltuğa yürümek çok da zor olmasa gerek…
Kapısından içeriye girer girmez hatta apartman kapısında bile ve merdivenlerinde, ne cümlelerim var; yürürken ne cümleler düşürmüşümdür kim bilir yerlere.. Ve duvarlara ellerimi sürerken merdivenleri tırmanırken, ne iç çekişler bırakmışımdır aşağıdan yukarıya… Evin kapısından içeriye girmeden önce sildiğim kaç damla gözyaşım vardır evdekiler görmesin diye ya da gülerek içeri girmişliğim kaç defa ve gülümsettiğim; kahkahamı yansıttığım anneme babama.. Ve ne olursa olsun kardeşimin odasına bakmadan geçemem hiçbir zaman. Evde olmadığını bilsem de başımı sağa çevirmek, onun kokusunu almam demekti belki de.. Ve hep söylediğim gibi, aşıktım kardeşime…
Bu dünyaya geldim geleli ne gördüm ne duydum ne öğrendim kim bilir...
Çok acı çektiğim bir gün, hava kararmış ve yağmur çiseliyordu. Hava serine çalıyor gibiydi ama aslında soğuk da değildi. Çıkmazdır bizim sokak. Ne kadar bizim olsa da benim olsa da ürkütür beni her defasında. Çıkmaz bir yola girmek, önüne ne çıkacağını bilememek ve belki de çaresizlikten ürkmek; ürkütmüştür beni hep. Kim bilir belki de bu yüzden grileri sevmem. Ya siyahtır ya beyaz yollar. Belirsizlikleri sevmemem, çaresiz kalmaktan ürkmem, ve bir şeyi yapmadan saatler önce yapmaya başlamak için içimi yemem… Belki de bu yüzden ya siyah; ya beyaz….
Sokağın başındaki duvarda bir kız oturmuş, belki benden 1-2 yaş büyük, küçük değil ya da belki 1 yaş. Oturmuş duvarın üstüne, sessiz sessiz ağlıyor, sol eliyle tutmuş olduğu çantası yere değerken kafasını kaldırıp bana baktı, bi an için göz göze geldik ve aynı anda burnumuzu çektik. Kaç yaşındaydık o zaman, ne o beni ne ben onu bilmiyordum ama ortak bir paydamız vardı onunla, ikimizin de canı acıyordu, kanıyordu… Çıkmaz bir yolda, tanımadığım bir kadınla, ne çektiğimizi ikimiz de bilmiyorduk ama, ikimiz de burnumuzu çekiyor, ikimiz de ağlıyorduk.. Ve o anda en büyük güç, ikimizin birbirine bakan çaresiz gözlerimizdi. Çok yalnız olduğumuzu sandığımız dünyada hatta o çıkmaz sokakta içine düştüğümüz çıkmazlığımızda, aslında bir çıkış yolu vardı çünkü kimse yalnız değildi..
Belki de bunu öğrenmiştik o anda…
Daha öncemden konuşmayı sevmediğimi kendime bile söyledim defalarca susarak… Herşeyin üstünü örttüğümü, gömdüğümü bir çok şeyi, ve kendi içimde “sevmediğim” o birkaç kişiyi de affettiğimi, azad ettiğimi, bu dünyada herkesi sevmek zorunda olmadığımı ama tanımadığım insanları bile sevdiğimi… Ve daha nicesini...İtiraf ettim kendime.. Konuşmayı sevmiyorum bile kendimle…
30uma 4 kala nereye geldim, neredeyim diye sorar oldum şu sıralar içimdeki BEN’e. Bundan 3 sene önce, çok değil 3 sene önce oturup düşündüğümde kurduğum “26 yaş hayali”nin neresindeyim diye… Hayallerimin hangisini gerçeğe döndürdüm ya da hangisini öldürdüm. Hangi pembe senaryoma külleri karıştırdım, hangi karanlıklarıma güneş ışıkları yağdırdım.. Ne kadar büyüttüm kendimi acaba ne kadar yoğurdum kendimi yaşlarımla, ne kadar kırıştırdım suratımı Kahkahalarımla.. Mimik çizgilerim ne kadar belli oldu ve ne kadar gülüyor gözlerim hala…
Bundan 3 sene önceme gidemiyorum; öyle ki yarın sabah olduğunda bu geceme de geri dönemeyeceğim yani; bir saniyenin bile önemi olan şu hayatta ne kadar önemsedim ki kendimi.
Ve bir nefes verilesi kadar kısa ve basitken bir hayatın bitmesi, bu hayat o kadar basit ve önemsizken; neden boş yere üzdüm saf ve temiz yüreğimi…
Düşümdüm de, en büyük pişmanlıklarım nedir diye?
En büyük pişmanlığım, üzüntüm yüzünden annemi üzüyor oluşummuş. Pişmanlıklarımı her düşündüğümde, annemin yatağının üzerinde bana bakarak ağlayışı gelir gözümün önüne ve o anda olduğu gibi hatta daha fazla; kızarım sayarım söverim kendime…
En büyük yaralarımın olduğu en çok aşık olduğum adama bakınca hep içim burkulur. Ve hep şu cümle gelir aklıma; her ne kadar 22 yaşımdayken öğrenmiş olsam da onu paylaşmak zorunda kalmak zorunda olduğumu, onu paylaşmak hep zoruma gider ve “seni annemle bile paylaşmak istememiştim ben.. Ve şimdi paylaştığımı ve paylaşmak zorunda olduğumu anlıyorum. Sen benim ilkimdin. Ben de senin; öyle bilirdim. Öyle değilmiş”.
Ve öncemi düşünüp canım çok acıdığında yine; ilk ona, ilk aşkıma kızarım hep önce.. Önce ona sinirimi boşaltırım susarak yine.. Bağırırım bağırırım; Sen bile kandırdın beni yıllarca diye. Böyle söyleyince kendime, ve bu cümle bu dünyanın ağır yükünü görmezden gelmemi ya da fazla umursamamam gerektiğini fark ettiriyor belki de..
Çok büyük kararların köşesinden döndürdüm kendimi. Kendi ellerimle kendi hayatımı kurtarışlarım da vardır elbet. Ve kendimle gurur duyuşlarım. Çok fazla böbürlenmeyi sevmedim hiç, çuvaldızı kendime batırmak önce, hep daha sempatik geldi mazoşist benliğime.. Ama böyle olması gerektiğini söylüyordu bir ses içime…
Kasım ayı bebeğiyim ben.
Sonbaharın yaprakları yere düşmüş sararmış hatta rüzgardan uçmaya bile başlamış olur havalarda sonbaharda.. Doğum günlerim hep soğuk ve yağmurlu olur. Hava erken kararır, gün hep sarımtıraktır. Belki de güzün ruhu yansımıştır ruhumun bi yerlerine ama dünyanın her dönüşünden bir pembe iplik bulup çıkartacak kadar polyaaaana olmayı öğrenebilmiş bi kasım ayı bebeğiyim belki de..
Sarımtırak bir günün bebeğiyim ama, toz pembe bakıyormuşum işte hayata çok fazla…
Bazen iyi geliyor bu bana bazen yıkıp geçiyor savuruyor beni bi oraya bi buraya..
İnandıklarım istediklerim ya da istediklerim inandıklarım…
15 sene boyunca aşık bi kıza “sabret herşey çok güzel olacak sabret dua et” diye teselli vermiş ve nişanında ellerini sıkıca tutup “ sana demiştim” demiş bi kızım…
Ve "anne yarım" dediğimin yerde yatışına bakarken ağlayamamış içten içe kendini parçalamış ve şimdi bile içi titrese de bi iç çekişle hepsini kovan ya da üstüne kapatan;
ama avucumun içindeki ele bakıp titremiş ve nasıl olduğunu anlamadan dudaklarında gözünün yaşının tuzunu hisseden; Ben…
Ve şimdi durmuş kendi sorgulayan, durup durup boşluğa dalan, iç çekip ayağa kalkan, inanıyorum diyip içten içe çoğu zaman umudu kırılan, yine aynı kız, yine ben….
Ayaklarım ne kadar yere basıyor bilmiyorum, hayatımda bir adı olan her şeyi ne kadar yaşıyorum bilmiyorum, sınırım var mı yok mu onu da bilmiyorum, hala ben annemin “salak” kızı mıyım onu da bilmiyorum…
Bildiğim tek şey;
Bu gece ben tekim…
Kendimleyim…
Aslında en kalabalık gecemdeyim…

Pazartesi, Temmuz 11, 2011

BİZ ZAMANI...

Buranın en çok bu zamanını seviyorum..
Akşam vaktini, pardon; gecesini…
Balkonda oturmuş, ayaklarımı masanın altındaki korkuluklara uzatmışım, bilgisayarım kucağımda…
Çok büyük olmasa da çimleriyle uğraşmaktan büyük zevk alan babamın, ve bıraksanız günün her saati yeni çiçekler ekebilecek ve ekmiş olduklarıyla sürekli ilgilenen annemin; zamanının büyük çoğunluğunu geçirdikleri bir bahçesi var bu evin.
PEMBE EVİN.
Zamanında “teras”ındaki mermere oturup çok şey düşünmüşlüğüm, çok düş görmüşlüğüm ve çok büyük çökmüşlüklerimi paylaşmışlığım da vardır, ki büyümüşlüğümün hikayesinin bir ayağıdır belki de o terasın mermeri…
Belli aralıklarla monte edilmiş 3 tane beyaz ışık var.. ve her ışığın önünde bodur çam ağaçları.
Büyümüyorlar. Öylece duruyorlar. Güzellik katıyorlar. Aslında hareket etmiyorlar gibi duruyorlar ama ben fark ediyorum, dalları yer değiştiriyor. İster rüzgar dallarına yön veriyor olsun, ister çam ağacı kendi kendini hareketlendiriyor olsun, banane, nasıl olduğu şuan ne umrumda ne de amaaann… Hareket ediyor mu; ediyor…
Dikkatimi dağıtacak o kadar çok şey var ki aslında şuanda burada bunları yazarken, ama yine de inatla yazmaya çalışıyorum.
Bir de su sesi var… Yan bloktakiler bahçelerindeki çimleri suluyor. Çimlerin yanmaması için ya sabaha karşı sulamak gerekirmiş ya da güneş tamamen çekildiğinde, çimler soğuduğunda; gece vakti.
Eğer bu zamanlar dışında sulanırsa çimler yanarmış.. Ölürlermiş. Büyümez sararırlarmış.
Her şeyin zamanı var mı ki şu hayatta. Her şeyi yapmak için yaşamak için bir zaman mı biçiyoruz ki yaşamaya… beklediklerimizin hayal ettiklerimizin zamanı ne zaman ya da kaybettiklerimiz zamanında mı kaybedildi ki.. Ellerimizden kayıp gidenlerin zamanı ya da yeni gelenlerin geliş anı. Hangisi istediğimiz gibi hangisi planladığımız gibi.
Şimdi şöyle durdum da bi düşündüm… Gözümün önüne geldi suratını mıncıklamaktan zevk aldığım.. gülümsedim bu tabirime şimdi. “suratını mıncıklamaktan zevk aldığım”. Hatta şimdi bir de SMS atıcam ona utanmadan. Ne utanıcam be banane 
Şu an çok harika bir şey oldu. Öyle harika bir şey oldu ki “aaaaaa” diyip kahkaha attım. Yetmedi üstüne bi kere daha “e yok artık” dedim ve yine kahkaha attım.
Boşuna zevk almıyorum işte suratını mıncıklamaktan =)
Öyle değişik şeyler yazacaktım ki şuraya, hepsini unuttum gitti.
Neyin zamanıymış pardon?
=) zaman mı düşünüyorduk zaman mı yazıyorduk?
O zaman bu zaman değil.
Zaman… O’nun zamanı…
Zaman… Ben’im zamanım…
Bence zaman şimdi karşımdaki ışıkların vurduğu çimlere bakarak bir de arkamdan gelen minik böcük sesleriyle birlikte zaman; Biz’im zamanımız…
Zaman.. Hep Biz’im olsun…
Zaman hep BİZ ZAMANI olsun...
Hadi keyifli zamanlar…

Perşembe, Temmuz 07, 2011

HİSSETTİKLERİM...

Şimdilerde yollarının sık sık düştüğü, büyük büyük kavak ağaçlarının olduğu kocaman bir alana kurulmuş bir park..
“hissetmesi lazım” diyerek gözlerime bakışı geldi şuan aklıma.
Üzerinde beyaz uzun kollu bir giysi vardı. Beyaz hep yakışır ona bence, esmerleşmiş iyice güneş yakmış yaz sonu nihayetinde…
“hissetmesi lazım”…..

*
Bu klavyenin üzerinde tırnaklarımın kırmızı ojeli oluşunu seviyorum. Nasıl da birbirlerini kovalıyor gibiler. Neler neler yazıyorlar kendilerince ya da beyin emir verdikçe ya da HİSSETTİÇKE….
*
Nedendir sulu gözlüyüm bugün… Bu sabah iç çekerek uyandım ve iç çekerek uyandığım sabahların akşamına geldiğimde mutlaka bir damla göz yaşım düşer elime…
Normalde ağlayamam ben.
Kimsenin bilmediği gizli sırlarımı bilen bitanecik ve en küçük teyzemin cenazesinde bile istediği gibi ağlayamamış sadece içten içten titremiş, ama kendini tutmuş bi kızım ben. Belki de kocaman bi kadınım ben kendi içimde…
*
Özlemlerimin ve acılarımın arasında yürürken kendi kendimi büyüttüm belki de.. Belki de onlar büyüttüler beni. Ya da birlikte büyüdük. Küçükken diz yarıklarımın acılarıydı ağlatan, şimdi yürek yanıklarım beni ağlamaktan alı koyan. Bu kadar mı nasırlaştım ve taşlaştım merak ediyorum. Bu mu acaba büyümek ya da daha da küçülmek. Çok şey yaşamadım belki; belki çok şey yaşadım kendimce ama derinlerde bi yerlerde daha da derinlere gömülmüş yaralarım ve hala yukarıya sızan kan damlalarım var. Üzerlerini kahkahalarımla kapattığım zamanında ve şimdi susmayı tercih ettiğim ya da susmayı sevdiğim aslında. Çok mu konuştum ki zamanında ya da çok mu şey anlatmaya çalıştım etrafımdakilere ve yoruldum, yorgunluktan bitap düştüm belki de, ve çöktüm dizlerimin üstüne.
Düşündüm de, en son ne zaman kanadı dizlerim gerçekten. Yürürken ya da koşarken… Bisiklete bindiğim en son günü hatırlıyor muyum.
Ya da şimdi dudaklarıma değen tuzlu gözyaşım… Senden önceki yaşlarım neredeydi… Ve ne zaman dudaklarıma değdi…
Gece saat 00:25 şimdi.
Evimde.. Tekim..
Dağınık her yer… Hazırlanırken dağıtırım ben her yeri…
Evin her köşesine bırakırım bir hazırlık hikayesi…
Birine bir göz kalemi, diğerine bir mendil paketi.
*
Çok güçlü olduğunu düşünen ama uzun yollarda adım atmaya mecali olmayacak kadar yorgun bi kızım ben. Belki de çok yorgun bir kadınım ben.
Aramaktan yorulduğum, yorulurken aramaktan caymadığım ve her defasında “asla yapmam bundan sonra” dediğim her şeyi yaptığım…
Ellerimi açıp dua etmekten vazgeçmesem de, dua ederken hiç ağlamam… Suratımı ekşitirim belki, ya da mimiklerimle konuşurum ellerimi açıp ama bu akşam nedendir farklı.
Bu akşam açtım ellerimi dua ettim, ağlaya ağlaya..
Çok mu sulu göz oldum?
Yok yok sulu gözlülük değil bu.
Elimdekilere bakıp, avuçlarımın kızarıklığına haykırışım.
Tutmak isteyip tutamadığıma değil kendi ruhuma haykırışım.
Gitmek istediğim ama gidemediğim yollara, kurduğum hayallerin kırıklığının ardındaki avuntularıma…
Daha önce yaşadıklarıma bile değil, şimdi nefes aldığım zamanlarıma…
*
Çok şey atlatmış bir kızım ben zamanında.
Belki de çok şey yaşamış bir kadınım…
*
Şimdi düşündüm de olmak istediğim yerde miyim diye?
Yok değilim..
Olmak istediğim yer kadar sıcak değil oturduğum koltuk ve dayandığım yastık.
Zaten böyle ağlayıp zırlamak da değil yaşamak istediğim ruh halim, ama biliyorum bu anlık..
Zaten devamı gelirse bu yaşların, devamı gelirse bu yanıkların,
Kanım sızarsa daha da yukarılara,
Belli ki gidiyorum kendimden….
Belli ki daha büyüyen küçük bir kızım ben..
Belli ki, zamanını unutmuş zamanların üstüne göz yaşının tuzunun farkına varmış bir kadınım ben..
*
Şimdilerde yollarının sık sık düştüğü, büyük büyük kavak ağaçlarının olduğu kocaman bir alana kurulmuş bir park..
“hissetmesi lazım” diyerek gözlerime bakışı geldi şuan aklıma.
Üzerinde beyaz uzun kollu bir giysi vardı. Esmerleşmiş iyice güneş yakmış yaz sonu nihayetinde…
“hissetmesi lazım”…..

Cuma, Temmuz 01, 2011

ANALİZ YAPTIM KENDİMCE....AMA SADECE ÖYLE İŞTE....

Neler neler yazdım şuraya zamanında.. İlk açtığım gün bu bloğu, ilk iş yerimdeydim, ilk odamda, kendime ait evimin dışındaki ilk özel alanımda… Hayatımdaki ilkerden birisinde, ilk çalışma odamda… Neleri düşünerek görerek hissederek yazmıştım yazdıklarımı… Şimdi birer birer gözümün önünden geçiyor insanlar, o odanın duvarları bile gözümün önünde şimdi, dönen koltuğum hala benimle birlikte ama farklı bir yerde, iş yerimin odası farklı yerde, iş yerim farklı yerde,

Şöyle dönüp baktım da insan neler yaşıyor neler aşıyor, neler geçiyor başından neler gidiyor hayatından ve neler dahil oluyor aynı hızla…
Ne acılar yaşanıyor ne kahkahalar atılıyor…
Şimdi dönüp yazıların hepsine tek tek bakmadım belki ama şöyle bir başlıklarına göz gezdirdim neler yazmışım diye..
Şaşırdım da itiraf etmem gerekirse kendime…
Şaşırdım da yaşadıklarıma, hayatıma…
Yaşarken fark etmiyor muyuz ki ya da etmiyor muyum ki bilmiyorum ama yazdıktan sonra “bunları ben mi yazmışım” dedim ya da “ben mi yaşamışım”…
*
Uzun bir sahil ve sahil boyunca kayalıklar var. Omuz omuza vermiş oturuyoruz. Güneş batıyor sağ tarafta ve arka taraftan hep uçaklar havalanıyor, o kadar yakınız havaalanına. Her havalanan uçağa kaldırıp başımı bakıyorum ve her defasında bıkmadan hayret ediyorum bıkmadan şaşırıyorum “nasıl uçuyor bu yaaa” diyerek.. Ve sanırım 56 yaşıma da gelsem yine şaşırarak ve hayret ederek bakacağım o uçakların uçuşuna….
Tam da fotoğraflıktık evet aslında
*
Ve hayatımın en cesaretli olduğu yaşındayım şimdi belki de.. Ve her şeyi göze almış gibi.. Ve kaybedecek zamanımdan korkum yok. ve yalnızlıktan korkum yok. ve kendimsizlikten korkum yok. ve kaybedecek bir şeyim yokmuş gibi, ne çok aslında.. Ama “o kadarı yeter bana”.. Fotoğraflık olsun yeter ki..
Yarından beklentim nedir? İnandıklarım..
İnandıklarım nedir? İstediklerim..
İstediklerim nedir? İnandıklarım?
İnandıklarım nedir? Kendi iç sesim.
Kendi iç sesim nedir? “tam da fotoğraflık” olan..
“Tam da fotoğraflık” olan nedir?
*
O kadar…..

Çarşamba, Haziran 29, 2011

iç ses....

Şöyle bi bakıverdim yüzüne yanından yanından… Baktığımı anladı ya da anlamadı, bana kalırsa anladı ama tavırları anlamamazlığa doğru yankılandı…
Kaşına gözüne, kollarına ellerine… şöyle bir yüzüne yüzüne, gözlerine doğru…
Yanına yaklaşamadan da olsa çektim kokusunu içime, içime içime, daha da derine…
Sonra döndüm kendime kendi içime… Hem bakarken gözlerinin içine, hem de konuştum kendi yüreğimle.
Adını koysana bunun dedim kendi içime… Adını koysana nedir bu çırpınışın sebebi, alsana gözlerini ondan dedim kendime, alsana gözlerini kendine döndürsene… Ne utanmaz bir kadın oldun sen kalabalıkların içinde dikmiş gözlerini öyle hayran hayran bakıyorsun adama… Fark etmiyorsun bile belki de sırıtıyorsun bakarken ya da gülümsüyorsun, nedir bu nedir sebebi söylesene ?
Her bakışta titrer mi içi insanın bu kadar? Sanki içine sokacakmışsın gibi, sanki bakmaya doyamıyormuşsun gibi, nedir yani?
Gömleğinin kollarına düşüşüne, ve rengi nasıl da gitmiş yakışmış tenine, dokunmaya bile kıyamıyormuş gibi ellerini uzatıp değemiyorsun bile, ellerini uzatmadan nasıl da hissedebiliyorsun o kolların sıcaklığını..
Sanki kimseler yokmuş gibi etrafta ya da çok kalabalıkmış da ama bi tek ondan ibaretmiş gibi orası aslında, hem güçlüsün yanında hem savunmasızsın aslında…
Ne kadar da çok güveniyorsun kadın ona öyle… Sanki o kolların altında herşey bitiyor tüm dünya duruyor, bütün pisliklerden arınıyor alem, zaman duruyor gibi, kokusu esiyor yüzüne yüzüne ve en güzel sesi duyuyorsun nefesiyle… Nefes alıp verişine bile kıyamıyorsun kadın, bir adam bu kadar güzel nefes alıp verir mi diye sorulur mu kadın, nedir yani nedir alt tarafı yaşıyor adam orada….
…………..
İşte böyle tıkanıp kalıyorsun… Kelime bulamıyor cümle kuramıyorsun… Onu tarif edecek cümlen bile kalmamış ellerinde. Bir iç çekiş bir tebessümle nokta koyasın geliyor yazıya…
Biliyorsun aslında…
Bitmiyor yazılacaklar…
Bitmiyor yaşanacaklar…
Bitmesin istiyorsun ya da…
Dünya dönsün..
O hep senin olsun..
Gözlerin hep onunla gülsün…
Dünya dönsün, O hep benim olsun….
*
Ve arabayı çalıştırdım… Hiç sevmem ayrılıkları, hep söylerim.. Hiç sevmem son dakikaları hiç sevmem beklemeyi bir dahaki buluşmayı, iple çekerim evet kavuşmayı…
Sanki bir daha göremeyecekmiş gibi, bence içimden “gitmek istemiyorum”u da kendisine yüklenmiş öpücük sonrasında;
Kaybetmekten korktuğumu yine yeniden fark ettim diye ağlamak yok…
Ağlamak yok kadın!

Salı, Haziran 28, 2011

ah bir evim olsa la la la la la layy la la la la la laaaaa aaaaaaaaaaa!!!!!!!!!!!

Korktuğu başına gelmiş anneciğimin, adına üzüldüm, adıma dua ediyorum… =)
Şu sıralar şu cümleyi çok sık duyar oldum “evet yaş ilerledikçe insan çok seçici oluyormuş”. Onda şunu şunda bunu arıyormuş. Hayat felsefesi değişiyor hatta ailesinden uzaklaşıyormuş. Annesinin babasının yanında oturmak yerine hep dışarılarda gezmek istiyor, arkadaşlarıyla daha çok vakit geçiyor, onlardan daha çok zevk alıyor. Bazı değerleri yitiriyor bile belki ve daha çok özgürlükçü oluyor. Kendi kendine hayaller kuruyor, şakayı kaka yapıyor, (aslında gerçek niyetleri anne ve babalar şaka olarak algılıyor; bunu ben söylüyorum) ooyy oy çok değişiyor çocuklar büyüdükçe ya da büyüdüklerini düşündükçe…
Annem öyle diyo…
Kendi yaşımı kendime söyleyince kimine göre daha küçük olabilirim belki ama kendime göre büyüğüm artık. Ya da zaman zaman büyüğüm. Babamın hala küçük kızıyım kabul ediyorum ama annemin hala en güçlü dayanağıyım ben. Kardeşimin ablası olabilirim ama kendimin nesi olduğumu bi yerlerde arıyorum, bir gün bulurum diye umuyorum.
Yağmur yağınca toprak kokar ya etraf hani, işte o kokuyu soluya soluya, yazlıktaki pembe evimizin balkonunun trabzanlarına ayaklarımı uzatmış, “ben kariyerimi nasıl planlıcam yaaaa” diye kendi kendime söylenirken annem arkamdan, “o yüksek lisans bitmeden biraz zor planlarsın” dedi.
Ve yine kendi kendime konuşurken “ loto oynasam, şöyle sağlam bi para çıksa ve kendime ev alsam, ayyyy ayrı eve çıksam off ne harika olur heee” diye mırıldanırken, annem yine arkadan “evlenmeden ayrı eve çıkamazsın, 50 yaşına kadar evlenmesem de bizimle oturuyorsun ayrı evi unut” diye hınzırca muzipçe ve kendimce acımasızca sırıttığını gördüm, başımı arkama çevirdiğimde. Aslında ne kadar güzel olurdu kendime ait bi evim olsa… oh mis… şöyle 1+1…
Ve şimdi iş yerimdeyim… tam bunlara konsantre olmuş kendi içimi dökerken EYLEM ve ELİF; hadi kahve ve çaya, dedi…
Hayallerimin içine bol kafeinli kahve ve slim sigara dumanı karıştı..



Of Kafama kuş sıçsa, şans bana vursa…

Hadi yaaa ama tanrım lütfen, ah bir evim olsa… =))))))

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...