Çarşamba, Nisan 28, 2010

Seni Sevmiyorum..



Birisinin gözünün içine baka baka “sevmiyorum seni” demeye cesaret ettiniz mi hiç?
Sevgilinize, eşinize, dostunuza kim olursa, söylediniz mi hiç?
Ya da gözünüzün içine baka baka “sevmiyorum seni” diyen bir ÇOK cesaretli biri oldu mu hayatınızda hiç?
Sevgiliniz, eşiniz, dostunuz, kim olursa işte,
Alabildiğine sevgisizcesine…

Bir insana seni seviyorum demek ve hissettirmek ne kadar güzel ve özelse, seni sevmiyorum demek de o kadar özeldir aslında fark edilmez ama özeldir. Derindendir çünkü o cümle en derinden girendir en derinden hareleyen en derinden bitirendir. Fark ettirmez aslında ilk duyulduğunda kendisinin ne demek olduğunu ama; çok değil az bi zamanı vardır aslında ağırlığını hissettirmek için. İç hesaplaşmaları, yargılamaları, sorgulamaları, aşağılamaları, yanmaları, kanamaları, Kırılmaları da takmış peşine geliyor o cümle bakkk, istesen de istemesen de.. Çıktı mı ağızdan bi kere o ve söyledin mi gözlerinin içine baka baka? Söyledin. İşte o an tüm bu sayılanları gönderdin ve daha fazlalarını belki de, bir ok gibi, bir kurşun gibi, bir mızrap gibi, kalkanların gölgesinden bile uzakta, savrulmuş her şey oraya buraya, ve işte çarpıyor yüzüne yüzüne onun, yüreğine yüreğine, bakarak söyledin ya gözlerinin içine, nefretle..

Duydun mu sevilmediğini, nefret edilesi bi insan olduğunu, gözünün içine baka baka
“sevmiyorum seni” denildi mi, denildi.. Duydun mu, duydun.. İşitti kulakların. Kulaklarının işittiğini bütün sinirlerin sanki anlamışçasına, kanın sanki fırtınalar kopmuşçasına içinde deli divane olmuşken sen, kafanda hala karman çorman noktalama işaretleri...
İç hesaplaşmaların başladı mı, yargılamaların, sorgulamaların, aşağılamaların, yanmaların, kırılmaların. Başladı mı ağlamaların ya da ağlamamaların, yani SUSMALARIN.

Bir insana seni sevmiyorum demek acı çok acı bir şeydir.
Suyun bile söndüremediğidir. Tesellinin fayda vermediğidir.
Hele bir de değerlilerinden birinden duyduysan bunu, o zaman o cümle bir hançerdir.

Bir insana seni sevmiyorum demek cesaret gerektirir.
Söylemeye yürek, yürek içine kin nefret, nefret üstüne bi de saygısızlık gerektirir.
Tek bir kahvenin hatrına ihaneti ve her hatırayı birden yok etmeyi gerektirir.


BİR İNSANIN GÖZLERİNİN İÇİNE BAKA BAKA SENİ SEVMİYORUM DEMEK,
İNSANLIKTAN ÇIKMAYI GEREKTİRİR.

Pazartesi, Nisan 26, 2010

Anlam...



gecenin bu saatinde yazmak nereden aklıma geldi bilmiyorum bence şuanda yatıyor olmalıyım çünkü bütün gün çok yoruldum, ta ki şu dakikaya kadar..

kime göre ve neye göre anlamlıyız YA DA kendimize dönüp soralım, KENDİ Hayatımız ne kadar anlamlı?
hangi boyutta yaşıyoruz hayatımızı
öylesine mi yoksa bi amaç uğrunda mı
yaptığımız şeyler daha sonradan hatırlatıyor mu kendilerini, "şunu da yapmıştım" diyor muyuz
pişmanlıklarımız var mı ve en önemlisi pişmanlıklarımızdan dersler çıkardık mı
mutluluklarımızı sevdik mi, yoksa mutluluğumuzun hep daha fazlasını mı istedik
dostlarımızın kıymtini bildik mi ve herkese hak ettiği kıymeti verdik mi?
şimdi düşünseniz eminim siz de bunun gibi birsürü soru çıkartırsınız eminim. O kadar çok amacımız,o kadar çok nesnemiz, kendimize dönük o kadar çok öznemiz, her adımın sonunda farklı bir yüklemimiz var. düşündüm de, hayatımızı anlamlı kılmak için neler yapıyoruz?
Kendimi düşündüm.. Şuan hayatımın anlamını.. Şuanki amacımı.. bir gün içerisinde o kadar çok şeyi halletmey çalışıyorum ki, aslında farkettiğim şu, tek bir amacım yok, çok bir amacım var. sabah uyandığımda bir amacım var çünkü bir işim var gitmem gereken. Bir işimin olması da öğrencilik zamanlarımın amacıydı :) iş yerimizin kapısından içeri girdiğim andan itibaren de bir amacım var.. İş yerinden çıkıp eve giderken de.. Evde beni bekleyenlere, aileme karşı yapmam gereken şeyler var.. bunlar da bu günkü amaçlarımdan... Bla bla bla...
İleriye yönelik amaçlarım var. Şuan üzerinde durduğum yaştan sonra bir insanın amaçlarını düşününce, anne ve babayı daha da çok mutlu etmek ve kardeşle daha yakın arkadaş olabilmek, işinde daha iyiye gitmek ve öğrendiklerinin üzerine yenilerini koyabilmek, varsa bir ilişkiyi yürütebilmek ve belki de ona bir ömür biçebilmek vs. vs. vs.
Şimdi durup düşünüyorum hayatım ne kadar anlamlı? Gerçekten ne zaman terkedeceğimi bilmediğim bu dünya üzerinde ne kadar anlamlı yaşayabiliyorum?
evet düşündüm..

Aileme, dostuma baktım...
3yıldır hayatımda varolan adama baktım.
25imde bile kazanabildiğim yeni, lolit dostuma baktım.
Kazandıklarıma da kaybettiklerime de baktım.
Bu zamana kadar yapabildiklerime ve bundan sonra yapmak istediklerime baktım.
Ve tabiki yapıyor olduklarıma da..
Kırıldıklarıma ve kırdıklarıma, Nedenleriyle birlikte tekrar tekrar baktım.

Gecenin bu saatinde çok şeye baktım..

Baktım ki, gerçekten çok anlamlıyım...

Perşembe, Nisan 22, 2010

23 Nisan için.. Bizim için...



Eveeeeeeeeeeeeeeeet
Çok fazla bir şey yazmak istemiyorum aslında bu günle ilgili çünkü biliyorum ki ne yazarsam yazayım bugüne, önemine, Atatürk’üme az olacak.. O yüzden sadece ;
Bugün okulumuzda 23 Nisan’ı kutladık biz, çocuklarımızla. Ellerimizde bayraklar onuncu yıl marşını söyledik. Oynadık zıpladık. Eğlendik. Bunların hepsini birlikte yaptık. Çocuklarımız ve öğretmenleri.
Artık büyümüş gibi görünen, mesleğini eline almış insanların bile içlerinde bi yerlerde mutlaka hiç ölmeyen hep yaşayan ama çoğunlukla saklanan bi çocuk var, hep nefes alan. Onu yaşatan, onu canlandıran, onu barındıran biziz.
Yaşımız kaç olursa olsun, bu bayram Atatürk’ün çocuklarına, dünyanın çocuklarına armağan edildi. Biz de bu dünyanın büyümüş çocukları olarak;
Hadi içinizdeki çocuğu dışarı çıkarın. Bugün koşun oynayın. Çocukluğunuzda yapmaktan en çok hoşlandığınız şeyi yapın. Parka gidip salıncakta sallanın. Elinizde bi pamuk şekerle sokaklarda dolanın. En yakın arkadaşlarınızla buluşun birbirinize doya doya sarılın ve kahkahalar atın. Yani,
Bir çocuk kadar mutlanın. Mutlu olun…

Bugünü çifte bayramla yaşayan Lolitime ithafen, ablacığının kolları arasında doya doya çocuk ol… ;)
Gözümün bebeği Cimcimem Gizemime ithafen, o adanın altını üstüne getir, koş koş koş, gül gül gül, eğlen eğlen eğlen..
Canım dostum Dicoşuma ithafen, ranzanın üst katındaki nazlı bebeğin yanına çık, içinden ne geliyorsa onu yap..

Hadi bakalım, Bayramımız Kutlu Olsun Çocuklaaaaaaaarrrr……….

Yaşa mı Başa mı?? :))




Takvim yaşına mı bakalım yoksa ruh yaşına mı? Kişiliği yansıtan yaşa mı, bin dokuz yüz bilmem kaçlı yılları 2010’dan çıkartınca karşımıza çıkan rakamdaki yaşa mı bakmamız gerek, BİLMİYORUM diyeceğimi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz.. Nitekim bu soruya siz de benim verdiğim cevabı veriyor iseniz,

DINNNNNNNNNNN!!!!!!!!!!!!!!!!!

Evet tebrikler siz de baya tecrübelisiniz hayat, memat ve insan konusunda.
Gerçekten yaşa bakınca insanın ciddi anlamda olgun olmasını, olgun davranışlar sergilemesini, bazı şeyleri tolere edebilmesini, algıladıklarını fark edebildiği gibi algıladıklarının hangi anlamlarla atfedildiğini de fark edebilmesini, hadi yaşın gibi değil ama en azından bi yetişkin gibi davranabilmesini, sınırlarını, tavırlarını ayarlayabilmesini bekliyoruz, Normal olarak..
Beklediklerimizi göremediğimizde ne oluyor peki??

Yaşıyor yaşıyor ve sonunda gülüyoruz.

Aldığımız tepkilere şaşırmanın yanında bi de bu tepkileri veren insana şaşırıyoruz, bunları nasıl yapabiliyor diye. Sinirimiz bozuluyor, umursamak istemiyoruz. Tam umursamadığımız düşündüğümüz bir anda hoooooooooop yeni bir şey oluyor ve bu sefer birazcık terbiyesizleşiyoruz, yuh be kardeşim bu kadarı da olmaz yani pessss barbar mıdır nedir vs. vs. gibi biz de söylenmeye başlıyoruz, neden? Çünkü tahammül sınırımız zorlanıyor.

Şunu kabul etmemiz gerekir ki, kimse kimseyle konuşmak zorunda değildir bu dünyada, ve kimse kimseyi sevmek zorunda değildir elbette. Ama mecbur olduğumuz bi konu var ki o da, aynı gökyüzü altında nefes aldığımız müddetçe, sorun ne olursa olsun SAYGI’yı yitirmemek…
Aynı çatı altında yüz çevirerek yürümek, bir günaydın’ı bir iyi akşamlar’ı esirgemek, izin istemekten aciz olmak.

“AKIL YAŞTA DEĞİL BAŞTADIR” çok doğru bi cümledir aslında. Ne yaş büyüklüğü, ne (güya) tecrübe bolluğu, hiçbirisi işe yaramıyormuş demek ki.

Çok küçükler gördüm 50lilklerin tecrübesine taş çıkarır..
Çok büyükler gördüm 3 yaşındakilerden farksız kalır..
Hadi artık AKLINIZI BAŞINIZA TOPLAYIN…

Ha bu arada, bu yazıya şaşkın bebekleri koyma sebebimi açıklamayı unuttum;

Bebekler bile şaşırıyor bu triplerinize, hallerinize... Ona göre...
:)))))))))))

Pazar, Nisan 18, 2010

KADIN DEDİĞİNN...

SADECE BEĞENDİĞİM İÇİN..
OLMASI GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNDÜĞÜM İÇİN..

Bir kadın çocuktur aslında… Çocuk gibi davranmayı sever. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati göstermesini ister.Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak sevmeli erkek kadını… Ama hiç bir kadın çocuk muamelesi görmek istemez. Söylediği şeyler çocukça da olsa dinlenilmesini, dikkate alınmasını ister. Yani... bir kadının çocukluk yapmasına izin vereceksiniz; ama asla onu bir çocuk olarak görmeyeceksiniz.. Bir kadın güçlüdür aslında... Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını sevmez. İster ki, erkeğin gücü kendisine huzur versin. Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğin yapmasını bekler. Böylece hem daha kadın olduğunu hissedecektir hem de erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar. Bir kadın sevgidir aslında... İçinde her zaman sevgiyi taşır. Sevdiklerinden kolay ayrılamaz. Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. Zor sever; ama, tam sever. Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul etmesi gerekir ve sevmezse de onu asla sevmeye zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Ancak beyninde yer alamazsınız. Her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette Bunun tek nedeni ise engelleyemedikleri ”acımak" duygusudur. Bir kadın yalnızdır aslında... Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Yalnızlık onun sığınağıdır. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar kalacağına hep kendisi karar verir. Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız, onu sonsuza dek kaybedebilirsiniz. Bir kadın çılgındır aslında... Neler yapabileceğini erkek aklı hayal bile edemez. Üreticiliğinin sınırı yoktur ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının erkeğini bekler. Hoyratça harcamaz üreticiliğini. Sadece erkeğine saklar. Bir kadının gerçek erkeği olmayı başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız ne yazık ki yaşamıyorsunuz! ............bir kadını ağlatırken çok dikkat edin..!!! ....... çünkü Allah gözyaşlarını sayar.....!!!! kadın;erkeğin kaburgasından yaratıldı,ayaklarından yaratılmadı..!!! öyle olsaydı ezilirdi......!!! üstün olsun diye başından da yaratılmadı......!! AMA GÖĞSÜNDEN YARATILDI...... Eşit olsun diye...... kolun biraz altında... Korunsun diye...!!! KALP HİZASINDA SEVİLSİN DİYE!!!

CAN DÜNDAR

öylesine bi gece...



İçinden asla çıkamayacağını sandığın anlar mutlaka olmuştur hayatında, uzakta ya da yakında bi zamanlarda.. O anlarına eş olacak şarkıların da vardır belki şimdilerde kalmıştır aklında, hatta duyuyorsundur bile şuanda kulaklarında.. Aradan yıllar da geçse aylar da, duyduğun an hatırlatır o anları sana, o zamanları tekrar yaşatır, bişeler cıızzz ediverir sol tarafında.. Kırgınlıkların mıdır o cızlayan, üstüne mi basmışsındır farkında olmadan kırıklarının, canına mı batmıştır yine parçaların, çok acıtmasa da dediğim gibi bi cızzz ettirmiş midir, ettiriyor mudur hala?
Kırgınlıkların tamamen yok olup gidişini mi bekleriz acaba birilerini affederken, ya da üzerini mi kapatırız parçalarımızın yüreğimizdeki? Her şey hallolmuş gibi mi hissediyoruz o “affetme” anından sonra ya da gerçekten bişeleri unutuyor muyuz “o anlığına”
Aradan aylar da geçse yıllar da geçse bi gün bi şekilde bi yerlerde batıveriyo yine o kırık parçalar. Hani klasik bi laf vardır ya, “al bi kristal bardağı at yere, evet hadi şimdi o parçaların hepsini bir araya getir bakalım, mümkün mü?”
Gerçekten bu klasik, klişeleşmiş lafın doğruluğuna bi kere de daha inanası geliyo insanın. Tek bir şarkı götürebilir mi insanı; o derin yaşanmışlıklara böylesine delicesine hissettirecek kadar can yarıklarını, acıları, hayal kırıklıklarını tekrar yaşatacak kadar ve tekrar korkutacak kadar tekrar gözlerini yumduracak kadar??
Kırgınlıklar bi yana dursun kaderin cilvelerine, silik sönük göz kırpışlarına da aynı hızla inanmaya başlamak..
Aylardan Ağustos, İlk cumartesi günü Ağustosun 8i.. 2009
Paramparça gidilmiş hatta zorla götürülmüş bir konser gecesi..Aynen can kırıklarıyla can parçalarıyla, can yarıklarıyla.. Gayet damar şarkıların çalındığı, gözlerin dolduğu sözlerin durduğu, sadece sahnedekinin konuştuğu, bi gece… Açık hava tiyatrosu.. Tribünün ön tarafı bi de arka tarafı, yani zıt kutupları…
Yanımda çocukluğum, can dostum ama yüreğim darma duman, aklım karman çorman, hayat sanki boş.. Ve ön tribünde o gün hiç tanımadığım bilmediğim ama bugünümün gülen yüzü…
Ve işte o; kaderimin cilvesi, ve aslında o gece hayatıma dahil olmuş pozitif enerjisinin Lolit’i…
Şimdi aylardan Nisan.. 19u Nisan’ın..
Hayat çok şey yaşatıyor insana..
Hayat çok şey öğretiyor insana..

Cuma, Nisan 16, 2010





Çocuk mutluluktur. Onun dünyası o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar derin, o kadar renkli, o kadar ilginç ve daha birsürü okadarla doludur ki, Çocuk inanılmazdır.
Çocuk, sanattır aslında.. Elleriniz ellerindeyken gözleri size bakarken birşeyler sormaya öğrenmeye çalışır. Cevap verirsiniz belki ama her cevabınızın ardından tekrar “neden” sorusu gelir ve o sorular aslaa bitmez. Kendiniz yoğurursunuz onu. Nereye çekerseniz oraya gelir , kendi ellerinizle yarattığınız dünyanın en güzel sanatıdır aslında.
Çocuk zordur. Dünyası o kadar karmaşık ve değişiktirki sağa attığınız adımı sola atmışsınız gibi anlar. Ya çok büyük yol katedersiniz ya 10 adım geriye gidersiniz. O minicik beyni ile o kadar çok şey düşünür ki ayağa kalkıp kendi hakkını savunurcasına sanki büyümüş de küçülmüş gibi çat çat pat pat tartışabilir. İstediğini yapmanızı bekler. İstemediği birşeyi yaptığınızda sinirlenir. “sen kötü bir öğretmensin gözlerime baaaakkk!!!!!” diye sizi tehdit bile eder, azarlar.
Her duyduğunu hafızasına kaydeder. Öyle bir zamanda söyler ki onu şaşar kalırsınız. Nerden geldi aklına dersiniz ama zaten kaydetmiştir onu o, bir gün gelip de yüzüne vurmanız için..
Aslında çocuğu anlatmak çok uzun, meşakatli bir iştir. Yazıya başlama sebebim, “göz ağrısı” ve “güneş”
“Bizim evimize güneş biz evden çıktıktan sonra gelir. Ama şuanda güneş bizim evimizde değil, güneş sınıfımızda. Bak.” Der. Güneşi tek değil birsürü sanar. Bizim evimizde de güneş var dediğinde ne söyleyeceğinizi şaşırırsınız.
Günün bombası:
Öğretmeniyle öğrencileri sandalyede otururlarken, öğretmen diğer öğretmenlerle sohbet halindedir. Öğretmeninin kucağında oturan 3 yaşındaki minik, kendi aleminde gibi dursa da herşeyin farkındadır.
Öğretmen der ki;
Bu benim ilk göz ağrım.
3 yaşındaki minik bunu şöyle algılar ve kurduğu cümlenin ardından kahkahalar patlar:
“BENİM GÖZÜM AĞRIMIYO Kİİ”

Dedik ya; çocuk ilginçtir,
çocuk Mutluluktur...
:))))))))))))))

Çarşamba, Nisan 14, 2010


Sene 2009..
Öğrenciyiz. Üniversite son sınıf. Büyümüşüz ya güya. Artık mezun olup hayata atılmak için günleri sayarken aynı hızla öğrenciliğimizin son demlerini bol hareketle yaşama telaşındayız. Görmediğimiz yerleri birlikte keşfetmek, keşfedilen yerleri paylaşmak için ders saatinin bitmesini bekliyoruz. Her ders saatinde sürekli düşünüyoruz, oraya mı gitsek buraya mı gitsek, onu mu yesek bunu mu yesek vs. vs. Birkaç gün sonrasının planlarını yapıyoruz, heyecanlanıyoruz, hadi bakalım o hayalini kurduğumuz planını yaptığımız günler gelsin de gidelim eğlenelim gezelim diye gün sayıyoruz.
Okul da asıyoruz tabiki. Yatakta gözümüzü açıyoruz ve bugün de dersi asalım canım diyip tekrar yatıyoruz. Kalkıyoruz süsleniyoruz püsleniyoruz telefonlar susmuyor, planlar yapılıyor. Çıkıyoruz yola geziyoruz geziyoruz geziyoruz. Fotoğraflar çekiyoruz çekiyoruz çekiyoruz.
Bir gün kültürel bir şey yapalım diyoruz ve gidiyoruz Rahmi Koç Müzesi’ne. Geziyoruz, arabaların uçakların içine giriyoruz, eğleniyoruz eğleniyoruz, hem de nasıl eğleniyoruz…..

Sene 2010…
Okul bitti. Artık hepimiz biryerlerdeyiz. Kimimiz çalışıyoruz, kimimiz yurt dışında. Birbirimizi görmeyeli aylar olmuş. Halbuki hiç ayrılmıyorduk o sene 2009da. Gezdiğimiz gördüğümüz o yerleri resimlerde yad ediyoruz artık. Aaaah ah diyoruz, içimiz biraz buruklaşıyor, sanki ağlamaklı gibi oluyoruz ama hep diyoruz ki “iyiki gitmişiz iyiki gezmişiz iyiki birlikteymişiz. ”
Bugün öğrenciyken gittiğim o müzeye öğrencilerimle gittik. Bizim keşfedip gördüklerimizi onlar o küçücük dünyalarından görmeye çalıştılar. İlgilierini çekti, hatta bizim keşfedemediğimiz başka şeyleri ince ayrıntıları bile keşfettiler. Anlattık onlara nerede ne olduğunu, sergilenenlerin birzamanlar ne işe yaradığını ve neden o müzede olduklarını.

Düşündüm.
Evet hayat böyle bir şey işte. 2009 yılında o müzede yanımda arkadaşlarım; biliyor muydum yine bir gün o müzeye gideceğimi ve birilerini götüreceğimi, içerde gezerken hüzünleneceğimi, ve daha bir çok şeyi.

Değişik bir gündü bugün benim için.
Öğrenciyken yaşadığım yerleri öğrencilerimle yaşamak..
Değişikti.. Çok değişik…

Pazartesi, Nisan 12, 2010

GÖZÜNDEN YAŞ GELENE KADAR...


İçten gülen insanlara bayılıyorum. Tabi öyle her gördüğüne her işittiğine her öğrendiğine gülenlere değil ama hani bazı insanlar vardır ya öyle bi gülerler ki insanı mutlu ederler. Güldüğünü gördüğünüzde gülesiniz gelir ve en az onun kadar içten gülmeye başlarsınız. Mutlu olursunuz keyfiniz yoksa bile, keyiflenirsiniz.
Çok çabuk gülemeyen insanlar, güldükleri zaman güldüklerine sevinirler. Gülmek onlar için gerçekten önemli bişeydir. Zorla gülmek kavramını bile layığıyla yerine getirmeyi beceremezler ki kanımca kahkahalarla gülmemek, zorla gülmekten daha iyi.. Ne kendini kasmak gibi bi derdi vaarr ne de neye güldüğünü anlamaya çalışmak gibi. Zorla güldüğünde gerçekten insanın yanaklarındaki kaslardan tutun da beynindeki sinir hücreleri bile gerilir sanki. Gülmek zorunda olmaktan bi kere daha nefret edilir. Aman beeee üff keske biraz daha gülmeyeteneğim olsaydı diye söylenilmeye başlanır belki ama nafiledir, çünkü öyle bir şey yoktuuuuur…
Ama gün gelir, hayatınızdaki biriyle hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık bir yerde bulursunuz kendinizi ve öyle içten gülüyordur ki onun o anda yanınızda olmaktan mutlu olursunuz ve hem onun gülüşüne hem de onun yanında oluşunuza gülmeye başlarsınız. Otobüste kadının bi tanesi kafasını cama vurur ve bi de üstüne “ah kafayı vurdum” der ve bu yeterlidir işte bütün iplerin kopmasına. Bi bakmışşsınız karşınızda duruyo ve gözleri yaşlı yaşlı. Gülmekten sesi çıkmıyo, nasıl da güzel gülüyoo..
Veeeeeeeeeeee olay gerçekleşiyoooorr siz de gülmeye başlıyorsunuzz..otobüsten iniyorr gülüyor gülüyorsunuz.. artık sizin de gözlerinizden yaşlar geliyor ve içten gülüyorsunuzz ne kadar güzel..
Öyle bi güldük ki biz bugün, kaç kere gözümüzden yaşlar geldi bilemiyorum. Çok mu moralimiz yerindeydi
Hayır
Herşey yolunda mıydı
Hayır
Eksik bişeler yok muydu
Vardı
Ama biz o anda çok keyifliydik, bu gün bizim günümüzdü, bugün bi tesadüf değildi. Kader dediğimiz şey bunun gibi birşeydi… Ne için yola çıkmışken neler yaşadık bugün… Bu kadar eğleneceğimzi düşünerek yola çıkmış olsaydık eğer eminim ki bu kadar eğlenemezdik..
Gülmeyi bu kadar istemiş olsaydık eğer bu kadar gülemezdik..
Gözlerimiz bu kadar yaşarmazdı..
Dediğim gibi çokk güldük bugün çok eğlendik bugün.
Sabah yazdığım yazıda olduğu gibi
Bugün pazartesiydi ve bizim günümüzdü sadece bize özel..
Son söz: en son ne zaman gözlerinizden yaşlar gelene kadar güldünüzz?? Bol gülücüklü günler…

Pazar, Nisan 11, 2010

PAZARTESİ


gayet günlük güneşlik bir haftasonunu daha geride bıraktık ve her zaman olduğu gibi pazartesi'deyiz..
haftasonunuz nasıl geçti bilemiyorum ama bu haftaya güzel bir moral motivasyonla baslamak istiyorum aslında..
artık bahar geldi sonuçta.. içimizi karatan o bulutlarla kaplı havalar geride kaldı.. kafamızı kaldırıp gökyüzüne baksak gördügümüz bulutların rengi hep beyaz, gökyüzü alabildiğine mavi ve artık gözümüze çarpıyor ağaçlarda açan çiçekler..
bir güne kendini verebilmenin en güzel yollarından bi tanesi önce güzel bi motivasyonla uyanmaktır sabah. çok suratsız olabilirsiniz, yüzünüzü yıkamaya gittiğinizde aynada gördüğünüz suratsız suratınızdan korkabilirsiniz ama amaaaann sabah mahmurluğu, hangimizde olmuyor ki bu durum.. önemli olan kendimizi bu durumdan sıyırabilmek kurtarabilmek.. şöyle dolabın karşısına geçip giyeceklerimizi çıkartmak saçımızı yapmak ve güne uygun bi şekilde suratsız suratımıza biraz bahar ışıltısı vermek. bize en cok yakıstıgını hissetiiğimiz gömleğimizi giymek ve belki kravatı takmak...
aynaya bakıp "işte hazırım" diyerek evden çıkmak..

evet bugün pazartesi, her ne kadar herşeye rağmen pazartesi günü sendromunu biraz da olsa yaşıyorsak bile olsun o sendromun bile bi özelliği var..o sendrom pazartesiye "özel" ve sizin yaşadığnız da size "özel"
aynaya baktığında kim sizi sizin kendinizi gördügünüz gibi görebilir ki
ya da kim ne yapacağınıza karar verebilir
kim bu sendromu nasıl yaşadığınızı hissedebilir ya da yaşamadığınızda yaşadığınız keyfi
bugün sizin gününüz..
sendrom sizin sendromunuz..
düşünce sizin düşünceniz..
bütün özellikler sizin çünkü siz
özelsiniz..

Hadi iyi pazartesi'ler... :)

ben sana layık değilim sen daha iyilerine layıksın



BEN SANA LAYIK DEĞİLİM SEN DAHA İYİLİERİNE LAYIKSIN.
Şuan çok yakın bi tanıdıgmdan bizzat duyuyorum bu cümleyi bir yaşam hikayesi içinde. Terkedilmiş bir kadın ve onu terkeden kocasının ağzından dökülen laflar.. “ben sana layık değilim sen daha iyilerine layıksın”
Durdum düşündüm de kendi arkadaşlarım arasında da bu cümleyi hem telafuz edenler hem işitenler olduğu geldi aklıma ve dedim ki gerçekten layık olmadıkları için, gerçekten bırakıp gittiklerinin daha iyilerine layık oldukları için mi bu terkedişler bu gidişler.. Yoksa bi kurtuluş bi vicdan muhasebesinin cümleleri mi bunlar?
Gerçekten eğer bu bir kurtuluş cümlesiyse bir insan zaten terketmek gibi birşeyi yaptıktan sonra, bir insana layık olamayacak kadar kötü bir insan konumuna nasıl düşürebilir kendisini?
“Evet sen çok iyisin ve ben sana layık değilim sen daha iyilerine layıksın,Evet çünkü ben bok bir adamım ve sana layık değilim, evet ben pislik kızın tekiyim ve sana layık değilim. Sen çok iyisin, beni haketmiyorum ki, sen dünyanın paşası sen dünyanın prensesisin, ben çöp tenekesi”
Bu mudur yani??
Bu cümleyi hayatının bir yerinde bir şekilde GÜYA bir sebepten dolayı söylemek zorunda kalan arkadaşlara soruyorum gerçekten
Gurursuzluk ve kendilik egosunu bu kadar yerlere düşürmek bu kadar basit bir şey mi, çok merak ediyorum.
Karşınızdaki insanı çok büyüttüğünüzden mi gözünüzde, yoksa kendinizi küçük gördüğünüzden mi nazarınızda bilemiyorum ama, altında yatan gerçekten neden nedir bu cümleyi sarfetmenize neden?
Seni artık istemiyorum diyinice onun daha da kendisini kötü hissedeceğini mi düşünüyorsunuz acaba? Vicdan hesaplaşması mı yani?
Ya da siz böyle söylediğinizde onun gerçekten “daha iyileri de vardır” gibi düşündüğünü mü düşünüyorsunuz? O kalp kırıklığını hiç düşünmeden gerçekten bu mu geçiyor aklınızdan?

Bir insanı hayatınızdan çıkarmak için bu kadar kendinizi yerlere düşürmeye değer mi??
Gerçekten değer mi??
Gerçekten çok mu vicdanlısınız
Ya da
Gerçekten çok mu gurursuzsunuz?
Hattaaa ve hatta
Gerçekten çok mu kişiliksizsiniz???

Merak ettim…

bile bile lades....


Malum konunun adı İ olsun…
O konuda oldukça hassastı.. normalinden fazla hassas. Daha önceki yaşanmışlıkları tahammül sınırını coktan aşmasına sebep olmuş, artık İ adını duymak bile sinirlerini geriyo, sevgiye ve aşka dair bütün duygularını ortadan kaldırıyor, yerini hep çekip gitme hissine bırakıyordu.
Çok defa söylemişti istemediğini çok defaa.. gayet hassas olduğunu, adını duymaktan bile nefret ettiğini, hayatında hiçbirşekilde istemediğini defalarca dile getirmişti.
Bir insanın sevgilisinden bazı şeyleri yapmasını istememesinden daha doğal ne olabilir? “istemiyorum lütfen” diye kelimelerle başlayıp ricalarını dile getirmekten, bu konuda anlayış beklemesinden, ve sevgildiğini düşünerek bazı fedakarlıklar istemesinden…
Evet hatalar olabilir demişti ilkinde.. Evet olabilir, şimdilik fazla tepki vermek yerine sakince akıllıca konıuşmak gerekir demişti.. sakince ve akıllıca konuşmştu ilkinde. İstemediğini tekrar dile getirmişti. İkisinin ortak hayatında böyle birşeyin olmasını adının bile geçmesini istemiyorum lütfen sevgilim, demişti. Tamam birdaha olmayacak cevabını da alabilmişti. Ve önemlisi şuydu ki;
Güvenmişti. Olmayacağına güvenmişti. İkinci ve üçünü hatalar geldi ardından. İlkindeki kadar sakin kalamadı bu sefer. Bağırdı. Kızgınlığını ve kırgınlığını sesini yükselterek belli etti. Ama yine affetti. Yine kabul etti. Sevgisi daha ağır bastığı için yine yok saydı olanı ve “peki ama tekrarı olmasın lütfen” dedi.
Tekrar güvenmişti.
Sinirlerinin gayet gergin olduğu bir akşamdı. Belli etmiyor olsa da çok üzgündü. Zaten içine atmak ve içinde yaşamak, etrafını mutsuz etmekten kaçmak hep kendi ruhunda olan bir şeydi. Üzüntüsünü içinde yaşadığı sevgilisin yansıtmamaya çalıştığı bir akşamdı. En yakın arkadaşı yanındaydı. Telefonu çaldı ve telefonu açtı. Gayet güzel konuşmaya başladılar ama konuşmanın sonuna doğru farketti ki olmayacağına dair söz aldığı, tekrar hayatlarına girmeyeceğine dair defedilen İ tekrar gelmişti.
Sakin kaldı. Sesini yükseltmedi. Hiç yükseltmedi. Kendisini umursanmaz hissetti. Evet tamı tamına umursanmaz. Sanki kendisi boşa konuşuyor, kendisi isteklerini sanki bulutlara söylüyormuş da rüzgar hepsini alıp götürmüş. Çok sakin kaldı, telefonu kapattı. Bütün duyguları bitmişti o anda ve artık onu hayatında istemiyordu.
Durup biraz düşündükten sonra arkadaşına sordu:
“Benim üzüleceğimi, sinirleneceğimi, kırılacağımı bile bile nasıl yapar bunu? Hiç mi değeri yok söylediklerimin ve benim??? “
Sabah yatağında gözlerini açtığında bir Pazar sabahına uzuun uzun düşündü. Sevildiğinizi bile bile ve kırılacağını üzüleceğini bile bile, nefsine hakim olamadığı için bir şeyi yapmaktan hiç mi çekinmez bi insan. Gerçtekten eskide ve filmlerde mi kaldı o fedakarlıklar?
Çok yazık çok..
Bile bile lades demek… çok yazık..
Sevgilerin, kelimelerin, isteklerin hiçbir anlamının olmadığı bir dünyada bir aşkta yaşıyoruz.. çok yazık çok…

Cuma, Nisan 09, 2010

işte bunu seviyorum...



İnsanın ayaklarını uzatıp öylesine oturması, durması, duraklaması, dinlemesi, dinlenmesi, gülümsemesi, tv izlemesi vs vs..
Yoğun geçen koca bi haftanın ardından, kilometreleri devire devire işe gitmek ve aynı şekilde ama pestil olmuş bi halde eve döndüğüm günlerin (ve bugün de dahil olmak üzere)
Artık evimdeyim.. Ve odamın keyfini çıkarmaktayım.
İnsanın kendisini rahat hissettiği yerler var hep. Sanki bi yerlere aitmişiz gibi ve orası bizim yuvamız sığınağımızmış gibi. Mutluyken gülücükle selamladığımız, kırgınken hüznümüzü paylaştığımız, duvarlarına ne maceraları ne hatıraları ne aşkları ne arkadaşlıkları ne mutlulukları ne gözyaşlarını ne sırları ne dedikoduları ve daha milyonlarcasını sığdırdığımızbi yerler sanki hep var hayatımızda..
Ve işte tam da şuanda, bu anlattığım odada, kucağımda bilgisayarım, hafiften çalan “uzun yol şarkılarım” dingin bi akşamın ortasında…
Düşündüğüm onca insandan birisin belki de şuan sen bu yazıyı okuyan sen.. Şuan kafamdan geçen birsürü yaşantımın, birsürü aşkımın, birsürü sırrımın, birsürü haykırışımın vs. vs. vs. belki de bunlardan bi tanesinin içindesin sen de.. Kim bilir..
Kafamı kaldırıp kitaplığıma baktım şimdi, okunmuş kitaplarıma ve hala okunmayı bekleyenlere raflarda.. Hiç birzaman bitmedi söyleyeceklerim ve asla tükenmedi öğreneceklerim. Şimdiye kadar ne öğrendiysem şu hayatta bi o kadar da ihtiyacım var aslında dahasına, daha fazlasına..
Kaç tane kitap daha okunmayı bekliyor hayatımda
Kaç tane müzik dinlenmeyi bekliyor
Kaç kişiyle tanışmak için geceleri sabah sabahları gece ediyorum
Kaç kişiyle ömrümün sonuna kadar birlikte olurum
Şimdi hayatımda olanlar yarın da yanımda arkamda sağımda solumda hayatımın her yanında olurlar mı
Ya da ben onların hayatlarında ???
Düşünüyorum da…
…….

İşte bu dinginliği bu yüzden seviyorum..

Perşembe, Nisan 08, 2010

Bugünden Yarınaaaaa.....

Bugüne...
Yataktan kalkmak ne kadar zor geliyo insana.. artık haftanın 4.iş günü.. Ve yogun geçen bir haftanın 4. yogun gececek günü.. bu gün içerisinde 10 görüşme alacağınızı bilmek ve 10 ayrı insanla iletişim kurmak zorunda olduğunuzu düşünerek uyanmak, hattaaa, olayı biraz daha acımasız ve aslında gerçekçi hale getirecek olursak 10 çarpı 2 eşittir 20 kişi...
bangır bangır çalan ve beni sıcak yatağımda mışıl mışıl uyurken uyandıran,rüyalarımı parçalayan, gözümü açmaya zorlayan,

Evet işte tam da anlatmak istiyordum ki bazı şeyleri, o yoğunluğun içine çekilmek zorunda kalarak virgülümden sonra devam edemedim yazıma..
Ne diyordum.. evet o beni uyanmak zorunda bırakan alarmdan bahsediyordum ama şuan o alarmla ilgili ne yazacağımı hatırlamıyorum
Ne kadar o saatin alarmından nefret ederek, farkında olmadan erteleyerek elimi yüzümü yıkamaya giderken o sesi tekrar duyduğumda “uyuz mu bu alarm yaaaa uyandık işte” söylenerek ve sonra farkına vararak “aaaa ertelemişim tüh keşke uyusaydım 5 dakika daha bari” pişmanlıklarıyla biraz oflaya biraz puflayaaaa ve şu nidalarla ; hadi bakalım bugün sondan ikinci.. bugün bitince yarın son. Ha gayret bitecek, diyerek evden dışarı attım kendimi.
Öyle zamanlar oluyo ki ciddi anlamda yoğunlukların içinde boğulacak gibi oluyoruz. Kafamız bile ağırlaşmışken ayaklarımızı yere süre süre yürüyoruz, gözlerimiz kapanıcakmış gibi, sesimiz sanki kısılmış gibi… Tahammül sınırının zorlandığı anlar işte onlar.. bir de üstüne istanbul’un trafiği eklendi mi… Gerçi İstanbulda yaşamanın hevesi keyfi sevinci o trafiği bile sindirmeye yardımcı oluyor tabiki.. Ama yine de arkadaşımın dediği gibi “keşke herşey bi parmak şıklatması kadar kolay olsa.. bi şık yapsam evde olsam, bi şık yapsam uyusam, bi şık yapsam tatilde olsam”
Benimse şuanki en büyük isteğim; bi şık yapsam Yarın olsa..
Yarına…
Gerçekten bu kadar dayanılmaz bir hevesle beklendiğini bilseydi ve farketseydi şu Cuma günleri..
O saatin alarmı bile ne kadar çekici geliyor “hadi bakalım bu son hopppp kalk bakalım” diye teşvik ettiriyor kendimizi..
Cuma günleri hep daha hızlı geçiyor zaman.. Akşam üstü güneş batışının rengi hep daha farklı oluyo.. Eve gitmek dinlenmek işleri yetiştirmek için çırpınmadan, ohhhh rahat rahat, aheste aheste, belli belirsiz gülümseyerek…
Evettt Cuma günleri güzel.. Seviyoruumm çok seviyorumm
Perşembeden Cuma’ya..
Ses bir kiii ses bir kiiiiii
Gördün müüüü şimdiden keyiflendim…
Cumaya birkaç saat kala…

Pazartesi, Nisan 05, 2010

İspirto.. Zeytinyağı...Ütü...

Koca karı ilacı mı dersiniz ne dersiniz buna bilmiyorum ama ben bunun adını MUCİZE koydum.

Bel Fıtığı
Belimizde 5 adet omur kemiği vardır. Bu kemikler arasında da disk adı verilen kıkırdaklar bulunur. Disk, özel bir bağ dokusu organıdır ve omurganın dayanıklılığına, hareketliliğine ve zorlamalara karşı dirençli olmasına, omurgaya uygulanan şok şeklindeki darbelerin emilmesine ve kuvvetin çevre dokulara dengeli bir şekilde dağılmasına hizmet eder.
Bel fıtığı, beldeki omur kemikleri arasında bulunan ve adeta bir amortisör gibi görev yapan bu disklerin fıtıklaşması sonucu ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Disklerin iç kısmında nükleus pulpozus denen jöle kıvamında yumuşak bir bölüm, bunun dışında anulus fibrozus adı verilen daha sert bir fibröz tabaka, omur kemiklerine bakan yüzlerde ise her iki tarafta son-plak olarak adlandırılan kıkırdak yapılar vardır. Dıştaki tabakanın anatomik bütünlüğünün bozularak içerideki yumuşak kısmın dışarıya doğru taşmasına fıtıklaşma denir. Fıtıklaşan yani dışarıya doğru taşan disk, omurilik kanalı (spinal kanal) içinden veya kendisinin arka-yan tarafından geçmekte olan sinirleri sıkıştırır ve hastalık böylelikle kendisini belli eder .
Ayrıca fıtıklaşmış diskten ortama salınan bazı kimyasal maddeler de sinir köklerini etkileyerek ağrıya neden olurlar.

uzun uzadıya tedavi yöntemlerini falan buraya yazmaya gerek olduğunu düşünmüyorum, google denen şeyi kullanınca alasına ulaşabiliyoruz zaten..
gelelim başlığımıza ve mucizeme...

Canımdan çok sevdiğim bi insanı karşımda kıvranırken görmek gerçekten çok acı çok.. sanki onun çektiği acıları kendi bedenimde hissediyormuşum gibi acıdı yüreğim... ilaçlar derman olmuyor, yattıkça bunalıyor, morali bozuluyor.. bişeler lazımdı..
derken bi telefon geldi...
Kendisine burdan teşekkürlerimi sunuyorum ve saygılarımı...

Zeytinyağı...
Önce bol bol saf zeytinyağı ile beline masaj yapıyoruz. Uzun uzun ve bastıra bastıra... Masaj yaparken avuç içlerinin yandığını hissedene kadar masaj yap.

İspirto...
iki kat pamuğu al ve ispirto ile ıslat. zeytinyağıyla masaj yaptığın sırtına koy. o pamukların üzerine kumaş pantolon kalınlığında bir kumaş koy ve ütülemeye başla. sen ütülerken ispirto belinde yanma hissi oluşturana kadar ütüle. ne zaman ki "pınar yandım" diyecek, ütüyü çek ve biraz bekle... tekrar ütülemeye başla... bu işlemi ispirto ıslaklığını kaybedene kadar sürdür. daha sonra ütülediğin bir başka pamuk parçasını sırtına koy ve kalın bir kumaşla sar. Bu şekilde uyusun..
bu işlemi sabah-akşam-sabah olmak üzere 3 kez uygula... Ya da akşam-sabah-akşam...

Bu işlemin son seansından sonraki gün, ne kadar rahat oturup kalkabildiğini, ağrılarının ciddi derecede azaldığını gördük...

Bel fıtığı olan arkadaşlarıma ve arkadaşlarımın yakınlarına, şiddetle tavsiye edilir..

Bol şifalı günler...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...