Çarşamba, Aralık 29, 2010

:(

üzgünüm
çünkü yılın son haftasına cok anlam yüklemiştim.
üzgünüm
çünkü bu haftayla ilgili planlarım vardı
üzgünüm
çünkü bu hafta bol bol mutluluk fotoğrafı çekecektim
üzgünüm
çünkü canım acıyor
üzgünüm
çünkü alçıdaki kolum tüm yapacaklarıma engel oluyor...

AMA
2010 fotoğraflarım derlemesini söz verdiğim gibi yapacağım...

umarım...

Sevgiler...

Pazar, Aralık 26, 2010

2010'a veda ederken...

2010’un son Pazar sabahına uyandık bu sabah.
Layığıyla mı oldu derim acaba, evet uyandığım saati düşünürsem eğer, tam bir Pazar sabahıydı doğrusu…
Yarın sabah son defa pazartesi sendromu yaşayacağız bu yıl içinde..
Ve bu hafta son pazartesi son Salı son Çarşamba son Perşembe son Cuma olacak.. Ve bakalım nasıl yaşanacak..
Biraz evvel bilgisayarımdaki resimlere baktım da bi kaç tanesini seçtim içlerinden..
Bu hafta nasıl geçecek bilmiyorum ama elimden geldiğince fotoğraflamak istiyorum..
Aklımda bu yıl için fotoğraflarla süslenmiş bir post hazırlamak var ama..
Bakalım..
Diliyorum ki Bu hafta 2010’um gibi geçmesin
Bu hafta çok güzel geçsin
Hani bir şeyle ilgili en son gördüğünüz en son duyduğunuz neyse onu hatırlarsınız ya
Bu kötü yılım için bu hafta çok iyi geçsin.. hatıralarımda iyi anılarım da yer etsin..
Mutlu bir SON hafta dileklerimle…

Cumartesi, Aralık 25, 2010

BİTMEMİŞ SİGARA...

Koltuğun köşe tarafına oturmuştu her zamanki gibi. Pencerenin önündeki köşeye. Kafasını çevirdiğinde malum dolunayı görebilsin diye. Ay ışığına artık bir de uçakların ışıkları eşlik ediyordu.
5 dakika içinde 3 uçak inebiliyordu. Ne ilginç dedi. Havaya baktığımızda o uçaklar nasıl minik duruyor, halbuki kendinden daha minikleri taşıyor.. uçuruyor..
Mutfakta demlenmekte olan çay kokusu burnuna geliyordu. Eğer kulağında bangır bangır bir müzik olmasa, kaynama tıngırtısını da duyardı.
Demlikten gelen o sese hep hayrandı. Dinlenirdi ruhu sadece o ses olduğunda evde.t elevizyonu kapatır bazen öylece uzanırdı koltuğun üzerine.
Ocaktaki tıngır mıngır kaynayan çay da demini almak üzere..
Kokusu yayılmış evin her bir köşesine..
Evet bu akşam da yine koltuğun köşe tarafına oturmuştu.
Her zamanki gibi..
Her zaman yaptıklarından daha farklı yaptığı bir şey vardı şu sıralarda;
Hiçbir şey yapmamak..
Yeni çıkan şarkıları takip etmiyordu ve bakmıyordu dergilere çok fazla.
Rujlarına dokunmamıştı uzun zamandır.
Bir allık bir rimelle idare ediyordu.
Siyah topuklu ayakkabıları, öncelerden kalmış tek alışkanlığıydı.
Büyük geldiği için dolabın ücra köşelerine kaldırılmış siyah elbisesi tekrar ortaya çıkmıştı.
Ağlaya ağlaya giymişti onu tekrar, halbuki dolaba kaldırırken “senin bedenin bana ekstra large”diyip pis pis, zevkle sırıtmıştı;
ama siyah topuklu ayakkabıları mutlu etmişti.
Siyah ve yüksek topuklu.
Oturduğu koltuğun sol tarafında uzun yüksek bir sehpa vardı. Üzerinde iki saksı.. İçinde menekşeler.
Birlikte almışlardı o menekşeleri.. Eminönü’ndeki uzun bir Pazar gününden sonra, güneş batmaya yakın, balık kokuları hala burunlarındayken evin yakınındaki çiçekçiden almışlardı, aaaaaa ne kadar güzeller diyerek.
Şimdi baktı, solmuş menekleşeler..
Saksıların yanındaki küllüğe baktı. Yakılmış bir sigara ve kendi kendine sönmüş.
Külü kalmış ucunda, hayret nasıl tutuşmamış.
Öylece külü kalmış ucunda..
Tütmüş tütmüş sadece külü kalmış ucunda..
Baktı ve gülümsedi aslında biraz da alay etti bakarken.
Her şey bitmiş gitmiş, dağılmış sokaklar, üşümüş odalar.
Tekrar tekrar açılmış gardroplar.
Yok olmuş gitmiş eski güzel alışkanlıklar.
Bu muydu şimdi tütmüş tütmüş küle çalmış, tıpkısının aynısı vücudundaki yanıklar..
Bilek kemiğindeki çatlak hala sızlıyordu. Yüreği sanki bileklerinde atıyordu. Yavaş yavaş çatırdıyordu sanki kolu.
Bitememiş bir sigara gibi,
Kırılamamış bir kol gibi.
Akamamış bir yaş gibi.
Atılamamış bir adım gibi.
Unutulmuş kıyafetler gibi.
Vazgeçemediği siyah ayakkabıları gibi..
Bitememiş bir sigara gibi, çakmağı çakılmış, ateşe tutuşmuş, ateşe tutulmuş, ateşe bağlı gibi..
Bitememiş bir sigara gibi, tıpkı külü kalmış ucunda gibi,
Öylece çöpe atılmayı bekler gibi..
İnadına atmıyorum seni çöpe..
Dudaklarının değdiği, ellerinin dokunduğu, geriye kalan tek küle bile…
İnadına atmıyorum çöpe,
İnadına yok etmiyorum tamamen

GEL DE KENDİN AT DİYE!!

Cuma, Aralık 24, 2010

Mutluluktur çocuk...


Çocuk dediğimiz şey mutluluk..

Her şey ters gitsin, oraya buraya surat asın, belki lanetler yağdırın, kızın bağırın ne yaparsanız yapın…
Her şey rutine bağlanmış olsun, değişiklik yok sanın, orjinallik yok her şey olağan her şey durağan..
Hayatınız nasıl giderse gitsin kısaca, hiç fark etmez ama birazdan söyleyeceklerim tüm rutinleri bozacak tüm dengesizlikleri parçalayacak cinsten.
Bu sabah uykudan zor uyanmışken, işe ayaklarımı sürte sürte gelmişken,
Çaylar kahveler devrilmiş yine de uyumak istiyorken
Bunlar yetmiyormuş gibi bileğimdeki ağrının omzuma yayılışını hissederken ve maalesef bir şey yapamazken..
Okulun kapısı çaldı, bi ses geldi
“ben geldiiiiiiiiimmm”
Pıt pıt pıt ayak seslerini duydum. Odanın önünden geçti ve direk gülümsetti beni.
“begüm yanıma gelir misin” dedim.
Günaydııınn diyerek odadan içeri girdi minicik ayaklarıyla 2,5 yaşındaki kız..
Öyle bir gülümsedi ki her şeyi değiştirdi sanki…
Ne güneşli görünen havanın soğuğu ne buz gibi odanın kokusu..
Ne ağrı ne acı ne uykusuzluk
Hepsi bi anda gitti çünkü mucize gibiydi o
Minicik bir ışık ama bir dünyayı aydınlatacak kadar büyüktü
Daha 2,5 yaşındayı ama 25 yıllık bi hayata 1 dakikada ışık tutmuştu..
Aldım kucağıma onu,
“abakılarıma baksana annem aldı”dedi
“evet gerçekten çok güzelmiş ayakkabıların çok yakışmış sana” dedim.
Yüzüme baktı başını kaldırıp gülümsedi,
“sen de çok güzelsin biliyomusun” dedi.
Sarıldım sarıldım o da bana sarıldı,
“Hadi ben sınıfıma gidiyorum” dedi
Koşarak ve gülümseyerek odadan dışarı çıktı
Bense arkasından hala yüzümde gülümsemeyle bakakaldım.

Böyle bi mucizesin işte sen çocuk…
Böyle bi mutluluksun…
Öyle temiz ki yüreği ve öyle gülüyor ki gözleri..
Minicik elleri, bembeyaz teni, uzun kahve rengi saçları ile bir melek gibi sanki..
Üzerindeki elbisesi ve pembe ayakkabılarıyla prenses gibi sanki…

Yeni doğmuş bir bebeğe bakarken hep “mucize”ye bakıyorum diye düşünürüm hep.
Ve hep şunu söylerim, bir bebeğe bakmak farkında olmadan gülümsemek, hislenmek, heyecanlanmak ve coşkulanmaktır…
Bir bebeğe bakmak bir mucizeye bakmaktır, mucizeyi koklamaktır..
Mucize dediğimiz şey minicik ellerinde, bezelye parmaklarında ve
Gözleri kapalıyken daha, ne olduğunu bile bilmediği tanımadığı şu dünyaya attığı tertemiz gülücükleridir..
Ve dünya üzerinde arayıp da bulamayacağımız bi kokuyla gelirler ya hani dünyaya,
bu yüzden de bebek yine mucizedir
çünkü o kokunun adı CENNET’tir…

Çarşamba, Aralık 22, 2010

HİNT KUMAŞIM...

Benim için bulunmaz bir nimetsin sen, diyerek başlamak istiyorum söze…
Bir yığın itirafı yazıp dökeceğim gözlerinin önüne bu gece.
En yakın arkadaşlar vardır yani candan da öte, kardeşten de öte..
Konuşmaktan bıkmadığımız, yan yana durmaktan usanmadığımız..
Hani onun yanındayken zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız ve nerede olursa olsun yanında olmaktan zevk aldığımız
Sırlarımızı paylaştığımız hani, omzunda ağladığımız, mutluluktan titrediğimiz ve gülüşümüzle güldüğünü gördüğümüz, birlikte kahkahalar attığımız ve birlikte binlerce nice adımımız…
Dost vardır ya işte öyle bir şey…
Ellerinde büyüdüm, dersiniz ya birisi için..
İlk adımlarınızı görmemiştir belki ama çocukluğunuzu, ergenliğinizi, gençliğinizi ve ilk yetişkinliğinizi…
Ve bilirsiniz bilecektir bundan sonra hayatınızın her evresini..
Şimdi ben buraya seninle ilgili bu yazdıklarıma benzer daha klişeleşmiş şeyler yazmaktan öte, yüreğimi koymaya karar verdim şimdi ellerine..
O,
BENİM ABLAM..
Dedim ya, ilk adımlarımı görmedi belki ama çocukluğumda yanımda, ilk başarımda yanımda, ergenliğimde yanımda, ilk hatamda yanımda, ilk gözyaşımda yanımda, ilk sevgilimde yanımda, ilk dostumda yanımda, annemle kavgamda yanımda, öğrenciyken yanımda, genç oldum, yine yanımda,
Üniversiteye girdim, yanımda.. Yollar gittim, yanımda…
Aşık oldum, yanımda… Ağladım, yanımda.. Acı çektim, yanımda..
Mutlu oldum, yanımda.. Kahkaha attım, yanımda..
Mezun oldum, yanımda.. Kepimi attım, yanımda..
İşe giremedim, yanımda..
İşe girdim, yanımda..
Yüksek lisansa başlamaya karar verdim, yanımda..
Yüksek lisansa başladım,o hep yine yanımda..
Kandırıldım, yanımda.
Dönülmez yollara girdim, o yine yanımda.
Tatile gittim, yanımda.. Konserde, yanımda..
Denemelerimde, yanımda.. Yanılmalarımda, yine yanımda…
25’imi üfledim, yanımda..
Gecenin 10 buçuğunda evden kaçtım, yanımda..
Evden yine kaçtım, ve o
yine yanımda..
Gizliliklerimde, yanımda.. Şeffaflığımda, yanımda..
Arkadaşlarımlaydım, o yanımda..
Sabahlara kadar oturdum, yanımda..
En önemlisi;
Ben tek başımaydım ve o
hep yine yanımdaydı.
Yaş farkı dediğiniz şey hiçtir yürekler bir atmaya başladığında.
Dünyaya açılan pencerelerin perdelerini birlikte aralamaya karar aldığınızda..
Attığınız adımları birlikte sorgulamaya ve sorgulatamaya başladığınızda..
O Annemin arkadaşı…
Annemin en yakın arkadaşı.. Dostu..
Benim değerlim o.
Ellerinde büyüdüğüm ve kokusuyla yürüdüğüm yolumda,
Sıkıştığımda yanımda olmasa da biliyorum hep telefonun diğer ucunda.
Bulunmaz hint kumaşım o benim.
Herkesin arayıp bulamadığı, bulmak istediği ama bulamadığı ve bundan sonra da bulmak istese de bulamayacağı benim en kıymetlim o.
En büyük şansım o…
En büyük sırdaşım o..
Ablam o..
Dostum o..
Adını koyabileceğiniz her şeyim o..
Bunları yazarken sana ABLAMM, pastanın siparişini verdim…
Üzerine de öyle bir şey yazdım ki… =))
ABLAMMM, CİCOŞUMM,
İYİKİ DOĞDUN, İYİKİ VARSIN, İYİKİ HAYATIMDASIN…
BUNDAN SONRAKİ HER ADIMIMDA HEP ELLERİNİ HİSSETMEK DİLEĞİYLE…
SENİ ÇOK SEVİYORUM…
…PINAARRR YAŞAMM PINARIIIINNNNN…

Salı, Aralık 21, 2010

YOLDAN GELEN...


Yoldan geleni beklemek hep heyecan vericidir. Uzak bi yerden uzun bi zamandan çıkıp geleni beklemek heyecan vericdir. Bol bol özlemi yüklenmiştir bavuluna, bol bol hasreti, saklanmış kokuları,
Nefesini tuta tuta gelir yoldan gelen, kavuşacaklarının kokusunu doya doya çeksin içine diye ve bekleyenler hep elleri yüreklerinde bi çarpıntıyla bi kuş kanadı sesiyle hiç durmadan sanki.
Pır pır işte…
Uzaklardan gelen birini beklediğim bi gecedeyim bu gece.. Ve böyle yazasım geldi içimden gele gele. Bi yanda gayet dramatik bir dizi izlesem de;

Yoldan geleni beklemek hep heyecan vericidir.
İş ki, gidenler geri dönsün, yolların dönüşü düşünülsün,
Gidişler dönüşsüz, dönüşler kimsesiz kalmasın…

Pazartesi, Aralık 20, 2010

herşeye razı olduğum yerdeyim şimdi

Nasıl güzel bir şarkıdır bu
“ALDIRMA DELİ GÖNLÜM, GİDEN GİTSİN SEN ŞARKILAR SÖYLE İÇİNDEN BOŞVER”
Şimdi dinlerken bir kez daha fark ettim ne kadar güzel olduğunu..
Hele şu dizelere bi bakın
“Her gün bir şey daha biter, GİDEREK ACI VERMEZ BİTEN ŞEYLER,
KAYITSIZ BİR RAZI OLUŞ BAŞLAR, SIRADAN İZLER BIRAKIR EN TUTKULU AŞKLAR..”
Durdum düşündüm tam da aynanın karşısındaydım.
Baktım dondum, tam da donduğum noktadaydım
Tam da lanet Çarşamba gecesinin kokusundaydım.
Yıkıldığım yaşta, yığıldığım yastıkta ve
Akmış rimellerimi gördüğüm aynadaydım.
Kafamı döndürdüm baktım yerlere kadar uzanan beyaz perdelere ve içimden geçip gidenlere,
Ellerimden kayıp gidenlere ve avuçlarımda tutamadığım kendimin her zerresine..
Her zerreme saldığım elvedalara ve erken yaşanıp aslında geç kalınmış yarınlarıma…
Yüzümü aynaya çevirdiğimde göremediğim gözyaşlarımdayım şimdi, kayboluşların arkasında arayışa çıktığım ormanda her kayboluşun ortasında daha da kayboluştayım.
Her yıkılışın yaşandığı yedi tepeli’de,
Her sokağına damlattığım gözyaşlarımdayım, çığlığımı saldığım her caddesinde.
Denizin kenarındayım martıların özgürlüğünde, ve bi o kadar da hapsindeyim beynimin.
Ve yüreğimin nefesi kesilmiş atışındayım, kanı kalmamışlığında..
Parmaklarımın beyazlığındayım şimdi,yavaş yavaş buruşuklaşmışlığında ve
Bir gecede çıkmış beyazlarındayım saçlarımın..
Dökülmüş kaşlarımdayım ve avuçlarımda tutup ağladığım saçlarımda..
Yüzümde çıkan her bir noktadayım şimdi her bir çukurda bi de kopartırcasına ısırılmış kanatılmış yaralarındayım dudaklarımın.
Gözlerimi dikip baktığım tavandayım, odamın tavanındayım yine yeniden,
Aynamdayım, hep beni bana gösteren.
Dili olsa da konuşsa keşke dediğim duvarlarımdayım bi de elimde 4 yaşımın hediyesi oyuncak bebeğimdeyim.
Odamdayım şimdi 25imin bittiği evdeyim.
Kendimdeyim şimdi hissizleştiğim, ne yapalım alıştık artık dediğim, her şeye razı olduğum yerdeyim şimdi..
Umudumun bittiğini söylediğim ama içten içe ağlayarak umut etmek istediğim yerdeyim.
Dedim ya, ne güzel şarkısın sen gecemin içinde ne güzel şarkısın sen yüreğimin sesiyle…
Ne güzel ne güzel sözsün sen ne güzel çaresin sen hayatın silesine..
Giden gitsin sen şarkılar söyle içinden…


http://www.dailymotion.com/video/xbnpbt_aldrma-deli-gonlum-levent-yukselser_music

76'da Salih Amca...

Sabah çok erken uyanınca, mesai bitip otobüse bindiğimde, hele oturuyorsam birde, kaçınılmazdır uyukluyor olmam. Hani sabah olduğunda alarm çalar ve “5 dakika daha” dersiniz ve o 5 dakika çok tatlı gelir ya, otobüste de uyumak öyle bir şey benim için.
Bu akşam 76 numaraya bindiğimde bomboştu, oturacak yerleri seç beğen ve otur yani öyle.. Gittim en arkaya oturdum.
Yanıma bi amca geldi oturdu,onun yanına ondan daha genç bi bey daha. Tam karşılarında bir delikanlı ve orta yaşlı bi bey daha. Hararetli hararetli anlatıyor amca yıllar öncelerine gitmiş, 46’lara kadar falan. İstanbul’un eski hallerini anlatıyor, siyasete girdiler, dünyadan konuştular derken bana ninni gibi mi geldi nedir,ben uyukladım. Bi süre kaçırdım yani anlattıklarını ama en fazla 15 dakika kaçırmışımdır.
Gözlerimi açtığımda baktım etraf öyle kalabalık ki, hani okul servislerinde en arka en popülerdir, orası ayrı bi havalıdır, muhabbetin en çok olduğu sıradır en arka sıra. Orada oturmak için can atarlar ya sanki öyle bi hava vardı 76 numaralı otobüsün en arka sırasında. Cam kenarında ben, yanımda amca, onun yanında ve karşında kendisinden genç iki bey daha ve bir delikanlı. Can kulağıyla onu dinliyorlar. Amca anlatıyor, “istatistiksel olarak Türkiyede doğan her 10 çocuktan 6’sı kız, yani erkek nüfusunda azalma var. E şimdi kızlar napacaklar, hanım kızım da yanımda aman alınma ama, kızlar napacaklar kendilerine en uygun bulduklarını kapacaklar, erkekler azaldı çünkü…..”
Derken beylerden biri dedi ki, “nolursa olsun bu zamanda kimse bir şeyden geri kalmıyor herkes her şeye sahip oluyor, iş eş para, bi şekilde buluyor” dedi ve indi otobüsten her birimize iyi akşamlar dileyerek.
“Artık erkekler hep çalışan bayanlarla evleniyorlar çünkü zaman zor, 22-30 yaş aralığındaki kızlarımızın hepsi çalışıyor, bu hanım kızım da bu aralığa giriyor o da çalışıyor.”dedi amca.
Amca döndü bana “evli misin bekar mısın kızım” dedi. Cevap verdim.
“Allah seni iyi insanlarla karşılaştırsın kızım, yatmadan önce çok uykun bile olsa dua et, allahım bana çirkin şansı ver diye. İstediklerinden vazgeçme, sevdiğinden utanma, kimsenin seni kırmasına izin verme sen nerelisin bakim memleket nere?”
Rize, diye cevap verdim.
“Belli bakışlarından belli, sen yatmadan önce hep dua et kızım Allahına, bana çirkin şansı ver diye, bak ben sana bi kalem veriyim, otobüste geveze bi amca vardı bi türlü susmadı, bu kalem de ondan Salih Amca’dan dersin, ben şimdi iniyorum, teyzen bekler evde, alışveriş yapıp gideceğim, Allah seni çok iyilerle karşılaştırsın yüzünü güldürsün kızım, hadi iyi akşamlar” dedi ve indi 76’dan.
Arkasından ister istemez kıkırdadım. Çok hoşuma gitti sohbeti. Dedim ki kendi kendime keşke o uyukladığım 15 dakikayı bu amcayı dinleyerek geçirseydim. Ne hoş sohbet bir amcaydı.
Hayat dediğimiz böyle bir şey işte, bir otobüs yolculuğu böyle zevk veriyor insana. Tanımadığınız insanlarla aynı yolda giderken böyle tat alıyorsunuz işte paylaşımlardan..
Aynı yollarda yürüdüğümüzü sandıklarımızı gözümüzün önüne getirsek şimdi bi de…
Eeyy gidi ey Salih Amca’nın dileğiyle; ALLAH ÇİRKİN ŞANSI VERSİN HEPİMİZE…

Pazar, Aralık 19, 2010

Pazar Gecesi Yankılanan Hafta sonu senfonisi

En sevdiğim şeylerden bir tanesidir en rahat kıyafetlerimle istiklal’de istediğim gibi yürümek, insanları incelemek, değişik müziklere kulak kesilmek..
İnsanların kahkahalarına eşlik etmek ve kendi kahkahalarımı da hediye etmek.
O ara sokaklarda gezinmek, ilginç şeylere bakmak, fotoğraflamak..
Bi de ayaklarım yere sürte sürte yürümek..
Onca sorumluluk varken omuzlarımda, sanki ayaklarıma yapışmışlarcasına, ağır ağır ayaklarımı çekmek, yere sürtmek, sesini duymak.
Bacaklarımın o serbestliği, hakimiyetsizliği ve ayaklarımın kendi kafasına göre sağa sola savruluşu..
Severim istiklal’in verdiği bu havayı..
Bi de Pazar sabahlarını severim. Hele bi de güneş varsa hava da oh ne ala..
Boğazda kahvaltıyı, deniz üzerindeki martıyı, onun çığlığını, simit atmayı ve simidi yakalayışını
Spor ayakkabılarımı severim, güneş gözlüğümü severim. Makyajsızlığı, doğallığı, rahatlığı,
Derin bir oh çekmeyi..
O huzuru severim..
Bi de… Cuma akşamı işten çıkıp haftasonuna hazırlanmayı.. Cumartesi günü özel işleri toparlamayı, akşama eve arkadaşlar için çıkıp markette alışveriş yapmayı,o sepeti doldurmayı, ellerimde poşetlerim, kulağımda kulaklığım, sallana sallana keyifle eve çıkmayı, yemekler hazırlamayı…
Akşam onları ağırlamayı, yemek masasında uzun uzun sohbetler etmeyi..
Birlikte gülmeyi eğlenmeyi, hüzünlenmeyi..
Sonra gece yarısında sonra “bulunmaz hint kumaşım”ın gelişini,
O, ben, onun bitanecik minik elma’sı ve benim D. Ve G. İle sabaha kadar, sabah 5 e kadar kahkahalar atmayı.. Halleyleri, mandalinaları, brownie’leri.. Sonradan ortaya çıkan aşureyi ve daha fazlasını =))
Pazar sabahı 1’de uyanmayı, aheste aheste kahvaltı yapmayı…
Sonra üçümüzün giyinip, saçımızı şöyle bir düzeltip, dışarı çıktığımız…
Makyajsızlığımız, doğallığımız, Pazar gününün karanlık soğuk ve donuk havasını canlandırdığımız,
Sokaklarda kol kola şarkılar haykırdığımız…
Gidip makyaj malzemesi aldğımız, her mağazaya girip çıktığımız, oturup uzun zaman üstüne sucuk ızgara yediğimiz =))
Eve gelip Cicoş’umla telefon konuşmalarımızı, gülüşmelerimizi, meraklarımızı…
Ve en sonunda bu yazıyı yazarken “ay gibi parlayan Mehmet”le kısacık ama güzel konuşmamızı…

Şimdi klavye üzerinde dolanan kırmızı ojeli parmaklarıma bakıyorum. Kulağımda Sıla’nın son albümünün şarkıları var…

Çok sevdim bütün bunları yaptığımız bu iki günü;
odamda yankılanan bu hafta sonu senfonisini..

Hava kapalı da olsa…
Yağmurlu da olsa…
Soğuk da olsa…

Bi de annem olsaydı....
Tam olacaktı...

PINAAAAARYAŞAMPINARIMMMMM….

Cuma, Aralık 17, 2010

resimler..nefesim...

Yan yana durulan her anı fotoğraflamak için can atarsınız, o heyecan adamın başını döndürür, öyle bir gülersin ki objektife bakarken, sanki dünya durmuş, en büyük mutluluk oymuş, hayat onun kokusuymuş sanki dercesine…
10larca
100lerce
100lerce
1000lerce
Milyonlarca fotoğraf…
Her biri birbirinden güzel gelir insana.. renklendirilir kolajdan kolaja. Siyah-beyazlar bürünür, romantik dizeler alır başını yürür, türküler yakılır, yürek hoplatılır, bir fotoğrafa dakikalarca, saatlerce bakılır ve daha neler neler yapılır..
Arşivlenir o fotoğraflar. Albümlere sığdırılır. O fotoğraflardan saatler yaptırılır, puzzle parçaları hazırlanır, her yere serpiştirilir o fotoğraflar, kitapların arasına, dolapların arkasına, yastığın altına, cüzdana, paltoya, çantaya, gözün görebileceği her noktaya ve her kuytuya.. Elin gittiği her yerden çıkar o fotoğraflar…
Sonra bir gün, her şey alev alır, yanar yanar yanar kavrulur ortalık. Ateş kokar, yangın kokar, alev gibi turuncuya bürünür dünya, gözün gözü görmediği kadar gözyaşı gelir ama yok nafile sönmez o yangın.
Sonra, kül bulutuna döner yer… Küllerin ortasında yüzün gözün kir içinde, yaş içinde oturur kalırsın.
Tek bir tanık tek bir şahit yoktur ki acını anlasın. Tek bir fotoğraf da kalmamıştır artık kalmamıştır ki o hengameden…
Zaman geçer aradan. Her şeyin bittiği anlardan, akşamlardan..
Dikilir karşına nereden geldiğinin farkına sen bile varmadan…
Donar kalırsın öylece, bi kamyon buz dökülmüş gibi üzerine ya da kaynar sular boşaltılmış gibi beyninin her kıvrımına..
Donarsın ya da haşlanırsın….
Donsan da yansan da kalakalırsın öylece.. Nefesin kesilir gider bir heceye..
Bir resme tek bir kelimenin bile en söylenmeyeceği gecede duruyorsun şimdi bak.
Küllerin arasında kalmış yanmamış, parçalanmamış sapasağlam duruyor karşında bak. ne siyah ne beyaz, rengarenk capcanlı, yaşananları umursamaz..
Fotoğraflandığı anda kalmış gülücükler hala gözlerinin önünde bak şimdi sen hala donuk sen hala soluk sen hala buruk…


Hep böyle olur ya zaten..
Yaşamaya ve alışmaya başladığın o noktada zaten gelir dikilir karşına…
Sabahı bulur gecen, geceyi bulur sabahın..
Uyku kaçmıştır artık napsan nafile,
Boşa temiz hava boşa deniz kokusu boşa soğuk su boşa sözler boşa teselliler…
Ahhh pat diye karşıma çıkan o eski resimler,
bak işte nefesimin içine ettiler…

Perşembe, Aralık 16, 2010

Sabah Melankolisi....

5 dakika bile geç uyansam hep geç kalırım işime…
Dışarıdan bakıldığında sanki sessiz sessiz ama içeriye bi göz gezdirdiğinde gerçekten çok büyük haykırışlarla yataktan kalktığını fark etti o sabah.
Haftanın bitmesine az kalmıştı ve bu haftayı oldukça dolu dolu geçiriyordu da ama ters giden bir şeyler varmış gibi sanki hem umarsız ve sakince dolanıyor nefes alıyor ve kilometrelerce koşmuş gibi ağrıdığını hissediyordu bacaklarının kollarının ve kafasının… Kafasının ağırlığı sanki bedeninin ağırlığından daha fazla gibiydi sanki ve hep ayaklarının taşıdıklarından daha fazlasını taşıyordu sanki beyni.. Bu yüzdendi yorgunluğu belki. İşlerinin yoğunluğu bi yandan, koşuşturmalar, uzun uzun listeler, alınması gerekenler, evin içindekiler ve şehrinden uzakta olanlar, dönmesini bekledikleri ve daha nice niceleri…
Havaların iyice soğuduğu günlerden birindeydi yine ve tüm gece kapalı kalmış kapısını açtığında serin havanın yüzüne vurmasıyla irkildi, buz gibi sudan önce ve ürperdi. Birden kendine geliverdi.
Âdetidir zaten, dolabın karşısında 5 dakikaya yakın bir süre beklemek. Onu mu giysem bunu mu giysem diye düşünmek. Yine aynı gerçekleştirdi aynı sabah rutinini.
Koştura koştura hazırlandı ayağında hediye terlikleri. Huzur veriyordu o terlikler ona. Kafasını öne eğip ayaklarına baktığında ona gülümseyen iki tane ayıcık kafası görünce ayaklarında, bi hoş oluyordu.

Sabahın soğuğuna ve karanlığına attı kendini, beklemeye koyuldu gelecek servisi.
Nereden çıktı şimdi sabah sabah bu melankoli dedi içindeki ses…
Ooof of dedi derin derin…
Yine gün aydı içimde karanlıklar...Ve yine yeni bir gün, ama hayallerim hep geçmişimde kaldılar...

Pazar, Aralık 12, 2010

parmaklıklarımın ardından yüreğime sızan güneş ışığım

Her sabah uyandığım karanlığımla koyuyordum başımı yastığa ve her sabahın akşamında daha da kararıyordu hava…
Her akşamın sabahında gözlerime güneş ışığı vurmadan kendimi atıyordum sokaklara ve amaçsızca zorunlu amaçlarımı halletmeye çalışıyordum karınca kararınca…
Ve yine karanlık bir sabahın daha da kararmış bir akşamında silik sönük bir ay ışığı gibi vurdun odama, çarptın suratıma. Aydınlanıverdim ben az da olsa…
Bi gülümseyiverdim sanki aynada duran bakışıma ve sanki bakışıma karşılığım oldun ışığınla odamda.
Çok değil birkaç saatlik belki de birkaç saniyelik bir gülümseyişti belki de ama
O kadar kararmışlığın ardından, beyazlar kattın siyahlığıma…
Sabah oldu şimdi. Perdeleri kapalı odamda gözlerimi açtığımda gülümsedim bakınca pembe duvara.
Yüreğimin üstüne yatmışım gece boyu sanki aman bi yere kaçmasın der gibi korumuşum kollamışım. Ellerimle saklamışım ve hapsetmişim sanki seni, orada bi yerlere.
Kıpırdamamışım, kıpırdayamamışım bile…
Her sabah uyandığım kararanlığımla uyanmadım bu sefer bu sabaha. Parmaklıklarımın ardından vuran güneşin ışıltısı çarptı gözüme. Yaşarttı gözlerimi hoplattı yüreğimi.



Odama vuran ay ışığım,
Belki de son yürek atışım,
Parmaklıklarımı araladığım
Karanlık odamdan;
Parmaklıklarımın ardından;
yüreğime sızan güneş ışığım..

HOŞGELDİN..

Cumartesi, Aralık 11, 2010

yıkmaya geldim tüm direnişleri....

Telefonu eline aldı ve çevirdi numarayı
Aslında, çalsın ama açmasın diye dua ediyordu. Sesini duymayı bu kadar çok isterken neden böyle istiyordu bilmiyordu ama “sesim titriyor duymasın” diye de düşünmekten kendini alıkoyamıyordu.
Konuşmak istiyordu, ama bişeler tutuyordu onu. Telefonu daha önce de çok fazla eline almıştı ama, olmamıştı yapamamıştı, arayamadan mesajı yazamadan telefonu komodinin üzerine bırakmıştı her defasında.
Of çekip televizyona bakmaya devam etti.

Adım atmak isterken hep geri geri gidiyordu ayakları ve bişeler sanki zincirlemişti onu olduğu yere, ellerini kilitlemişti sanki, beynini kemirip duruyordu hep yüreğindekiler..
Kemirip duruyordu.
Durdu düşündü. Açtı resmini baktı uzun uzun.
“Koşasım var sana ama koşamıyorum anlasana” dedi fısıltıyla.
Onun duyamayacağını bile bile, kendi kendine..
Halbuki nasıl da sarılmak istemişti içten içten sıcacıkken..
“Evet, ona koşmak istiyorum elini tutmak istiyorum gözlerine bakmak istiyorum, canım demek istiyorum canıma basmak istiyorum. “
Neyse, hiçbir şeyi düşünmek istemedi. Gitti odasına aldı kitabını eline. Okumaya çalıştı, güya okudu, sayfaları tek tek geçti ama sayfalardan tek kelime bile kalmıyordu aklında ve her satırda onu okuyordu sanki, her sayfa sesinde onun sesini duyar gibiydi sanki.. O, ondan bir parça olmuş gibiydi sanki, bedeni orda, yüreği onda. Yalnız ama dopdoluydu onunla o odada… Aşık oldum dedi, kendi kendine, yalnızım burada, ama yüreğim onunla, kendimi buldum nefes alıyorum kokusuyla.. Her geldiğinde kokusu burnuna, biraz daha sanki üzülüyordu bi kez daha koşmak istiyordu ve bin kere durduruyordu kendini, bin kere ketliyordu yüreğini, defalarca acıtıyor defalarca kanatıyor defalarca, defalarca vazgeçiyor defalarca of çekiyor, gitmek yerine direniyordu kendine, yüreğine..

Derken kapı çaldı.
Bu saatte bu da kim diye düşündü. Odasından çıkıp kapıya gidene kadar yüreği çarpmaya başladı, sanki kapıdakini hissetmiş gibi, sanki kokusunu duymuş gibi..
Kapıyı açtı, karşısındakini görünce şaşırdı..
Ve duyduklarına inanamadı..

“sen karşı koymaya çalıştın ya aşka, ben yıkmaya geldim tüm direnişleri….”



DİLEK: Öyle bir aşk bulsun ki bizi, direnişlerin geride kaldığı, ellerin birbirini ısıttığı, gözlerin birbirini okuduğu, yüreklerin birlikte vurduğu… Onda kendimizi bulduğumuz, onun yanında kendimiz olduğumuz… Öyle bir aşk bulsun ki bizi, şimdi içimizden ne geçiyorsa onu da alsın gelsin yanında…
Öyle bir aşk bulsun ki bizi, hadi bulsun ve hep yanımızda dursun….
Öyle bir aşk bulsun ki bizi, yüreklerimiz bir vursun….

Perşembe, Aralık 09, 2010

cuma sabahı İstanbul'da hava buz...

Biz alışmıştık aslında güzel bahardan kalma havalara İstanbul’da…
Güneşin turunculuğunun altında ısınmayı sevmiştik hafiften ürperirken.. Kot ceketlerimiz hala en favorilerimiz arasındaydı renkli şallarımıza. =)
Ve şimdi pencereden dışarıya bakmaya gerek duymadan duyabiliyoruz yağmurun sesini. Çatıya hızlı hızlı vuruşunu.. İstanbul’a beklenen kış geldi aralık 10’da..
Sulu kar yağıyor dışarıda..
Ve radyoda “hoşça kal olacaklar sensiz olsun” çalıyor ama ne havanın karanlığı ne şarkının buhranı, keyfimi bozamadı bu sabah neyse ki…
Yağmur, soğuk, kar bu kadar zevk vermemişti herhalde..
E şarkı bile güzelleşti şimdi nasıl keyiflenmeyelim ki…
“Sevenin de sövenin de ah edenin de aaaaaaaaahhhhhhhh canı sağolsun……
Bu dünyaya sevmeye geldiiiiiiiiiiikkkkkk…..
Mutlu oldum dertli oldum aşk uğruna sarhoş oldum …..
Hepinizin canı sağolsuuunnnnn…..”
Cumartesi planlarımızı yaptık şimdiden…
Evimiz…
Eşofmanlarımız…
Sahleplerimiz..
Perdeleri açılmış pencerelerimiz…
Ve arkadaşlar..

Kar yağıyor şimdi istanbul’da…
Hava soğuk ve karanlık..
Ama gayet aydınlığız bu sabah…
Kış da güzelmiş, kış da özlenmiş…
Sevgiler….

PINAR YAŞAM PINARIIMMM……

not: daha fazla kar yağsın diye şöyle denirmiş, ben de bu sabah öğrendim:
"haydar haydar haydar haydar, anneni babanı al da gel"

:)))))))

Bekliyoruz İşte...SABIR SABIR...

Hep beklediğimiz bişeler var şu hayatta..
Bi kaç saat sonrayı
Bi gün sonrayı
Bi hafta sonrayı
Bi ay sonrayı
Bi yıl sonrayı
Bi gideni
Bi gidecek günü
Bi mutlu günü
Bi amacı
Olgunlaşmayı
Yaşamayı
Yaşlanmayı
Ah şu hayatta ne çok şey var beklediğimiz ama buraya yazamadığımız
Neler için sabrediyoruz, sabır sabır diyoruz
Ve kimlere bu tek kelimeyle teselliler veriyoruz
Ne kolay söylüyoruz “sabır” diye bi çırpıda
Ama sabretmek ne kadar zor oysa…
Ne heyecanlarla bekliyoruz ne heyecanlarla sabrediyoruz
Ve ne acılar çekiyoruz Sabrederken
Nasıl da umutlanıyoruz
Nasıl da çaresiziz
Ne kadar da kimsesiziz
Ne kadar da sabrımızla baş başa, berabereyiz
Ne kadar da çok şey bekliyoruz şu hayatta
Ve ne kadar çok şeyi yaşıyoruz sabrederek bekleyerek
Neler için sabrediyoruz neler için bekliyoruz
Nelere kavuştuk şimdiye kadar bu sabırla
Neleri kazandık bu umutla
Düşündüm de…
Hep beklediğimiz bişeler var şu hayatta…
Ölümü bekliyoruz bi kere zaten, Hiç bi şeyimiz olmasa da…

Güzel bekleyişlere….
Sabrın sonundaki mükafatlara..
Güzellikle…

Gideceklere…
Geleceklere…
Bekleyenlere…
Bekletenlere…
Hepimize…

SABIR SABIR….

=)))

Pazartesi, Aralık 06, 2010

Yalnızlığın Altında Güneşlenmek...

Üzerinde siyah bir kazak vardı ve altında daha öncelerde de giymekten zevk aldığı gri mini eteği..
Siyah uzun çizmeleriyle uyum sağladığını düşündüğü füme çorapları…
Tırnaklarına gözleri ilişti birden klavyede gezinen parmaklarını görünce..
Ojesiz, manikürsüz, ama bembeyaz duruyorlardı, bembeyaz kuğu gibi dans ediyorlardı sanki klavyenin üstünde…
Yavaş yavaş işlerini halletmeye çalışıyor, raporlarını yazıyor, gönderilmesi gerekenleri yerlerine gönderiyordu.
Mesai saati bitimine doğru aynaya baktı şöyle bi..gözleri kızarmış bilgisayarın ışığından, makyajı hiç akmamış, öyle bi makyaj yapardı ki tüm gün kalırdı, asla akmazdı.. sadece saçlarının dalgaları biraz sönmüştü ama şekillendiricisi hep çantasında dururdu zaten..problem değildi…
İş bitti.. Çıktı sokağa elinde bilgisayarı, koluna taktığı çantası, tıngır mıngır yola koyuldu.. Eve gitmekten vazgeçti, spora gitti, önce yürüdü, sonra hızlı hızlı koştu, terledi baya, tüm yorgunluğunu attı, gitti biraz da yüzdü…


Sonra kendisini canlı müzik dinlerken buldu..
Hava açıktı. Oturduğu sandalyeden kafasını sağa çevirdiğinde ay ışığını görebiliyordu dolunayın yüzüne vuruşunu ve yıldızların oynayışını.. Gülümsedi..

Önündeki dev şarap kadehini alıp ay ışığına doğru kaldırdı..
Yalnızlığın altında güneşlenmek böyle bir şeydi işte…

Şerefe…

Pazar, Aralık 05, 2010

Cüceler Aşkına DEV Saygılar...

İstiklal caddesi..
Hava yumuşacık.. Sanki bahar gibi bi Aralık..
Cadde alabildiğine kalabalık…
Sesler, kahkahalar, müzikler, uğultular..
Yürüyenler, yürürken ona buna çarpanlar..
Yani çok kalabalık.
O kalabalığı yara yara bir çift geldi karşıdan.
Diğerlerinden farklılar belli her hallerinden.
Dimdik duruşlarından, ellerini sıkı sıkı tutuşlarından..
Etrafa bakışlarından gülücükler dağıtışlarından
Mutluluklarından
Gururlarından..
Her hallerinden belli, diğerlerinden farklılar..
Bir adam… Kot pantolonu, deri ceketi, beyaz tişörtü ile uzun ve yakışıklı.
Bir kadın… Kot pantolonu, kırmızı kazağı, kumral saçları ile çok güzel bir cüce..
Aralarında gözle görülebilecek tek fark, aralarındaki boy farkı.
Ortak noktaları, aşkları..
Ortak noktaları, yüreklerinin aynı atışları..
Ortak noktaları, yürüdükleri yolları…
Adımlarının büyüklükleri, boylarının uzunlukları farklı olsa da, çok fazla ortak noktaları..
En yakın arkadaşımla dün İstiklal’de gördük onları; Biz sorguluyorken hayatımızı…
Gördük..Birbirimize baktık.. Gülümsedik..
Ve işte..
“İşte Bunun karşısında saygıyla eğilirim ben...”

Hayatı boyunca kendisine çok şey kattığını düşünen ama insan yüreğine değer vermeyi öğrenemeyen,
Kendisine laf söyletmeyen ama söyledikleriyle insanları kırmaktan çekinmeyen
Çok şeyi göremeyen, çok şeyi bilmeyen, öğrenemeyen ve öğrenmeye de niyetlenemeyen büyümüş ama hala büyüyememiş insancıklara ithafen….

Cuma, Aralık 03, 2010

iş yerinde kolayca bulunan keyif =))))


Sanki bahardan kalma bi gün yaşıyoruz İstanbul’da ve iş yerinde olmanın keyifsizliğini de hissediyoruz tabiî ki haliyle…
Şimdi şöyle Ortaköy Bebek Arnavutköy taraflarında olmak vardı şöyle gözümüzde güneş gözlüklerimiz, denizin kokusu burnumuzda, tabiî ki harika bir çay da yanında…
Hayal kurmak güzel tabiî ki, aaaah ah çekmek fena olabilir ama olsun yine de hayal kurmak güzeldir =p
Neyse.. Bizim iş yeri ile ilgili klasikleşmiş bi cümlem vardır;
“şuranın bi de manzarası olaydı var ya tadından yenmeyecekti”
Karşımızda yemyeşil çimler var oh mis ne güzel ama işte başka manzara yok
Napalım manzaradan yoksun bi iş yeri burası =)
Bi manzarası olsaydı ya da önünden geleni gideni çok olsaydı, pencereden baktığımızda kalabalık görseydik falan..
=)))))
Hava güzel..
Hava mis…
Güneş harika…
Esinti hafiften hafiften..
Ama işler birikmiş dağ gibi..
Sevgili kırmızı koltuğumuz şuan karşıdan bakıyor “haydi otur da raporları yaz” diye..
O zaman bunun üstüne yapılacak tek bir şey var dedim kendi kendime…
Ve Gittim
Aldım
Geldim
Sonra Oturdum kırmızı sandalyeye
Sandalyeyi döndürüp şöyle bi pencereden dışarı baktım, güneşe, gülümsedim güne ve kendime..
Hiç bozmadan keyfimi, aldım mis kokulu çayımı elime..
İçtim şöyle güzel bi yudum gülümseye gülümseye…
İşte çayın keyfiiiiiiiiiii =)

Biraz evvel E.'ye önerimi de yazıyorum hemen, HERKES ÜSTÜNE ALINSIN,
"bozma sinirini bak hava ne güzel oooohhhh günlük güneşlik, git kendine bi çay al, şöyle güzel güzel iç, bi kendine gel, hadi"


İyi çalışmalar =)))

Çarşamba, Aralık 01, 2010

YILIN SON AYI...

İletime de yazmıştım malum günlük rutinimiz haline gelen facebook’ta;
Ayın 1’lerini sevmesem de, bu yılın son ayının başlangıcı olması sebebiyle torpil geçiyorum Aralık ayına..
Gerçekten artık sevmiyorum ayın 1’lerini. Ve her 1’de yine bi “aman of” çekiyorum yalan değil, sevmiyorum yani.
Ama bu aya torpil geçmeye karar verdim.
Hadi dedim madem bu kötü geçen yılın son ayısın sen;
Madem ki yeni yıla son 1 kala, dedirten aysın,
Demek ki bu yıl son ayını yaşayıp geri şafak saydırıyorsun,
Torpil geçiyorum sana aralık,
İnadına güzel yaşayacağım seni, ve yaşayacağız,
Sana inat Aralık
Sana inat Hayat
Sana inat Gidenler
Sana inat Gelip Üzenler
İnadına işte 2010’a..
Hadi bakalım yeni yıla 1 kala,
hafızalarımızda kalacak güzel bir SON ay’a..
Mutlu günlerle geri şafak saymalara,
Nereye? 2011’e…
Sevgiler…

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...